Göğün dibi tutmuştu. Doğan araba çocukluğumun tabiriyle
Amerikan yeşili, çıkmaya durmuştu önünde virajlanan yokuşu. Arka camlardan
birini ittim içeriye, uzattım elimi karanlığın meçhulüne. Rüzgar küpelerimi
savurdukça yanaklarımı dövdü, başımdaki yemeniyi savurdu, gözlüğümü çıkarıp
atmaya kalktı. Kaptırmadım. Yolun kenarındaki kurumuş otların başlarını
okşadım, savruldular sevilmekten memnunca. Parmak uçlarımda hafif çıtırtının
sedası araba farının ışığında toz toz göğe kalktı. Demiştim ya, zaten göğün
dibi tutmuştu. Bir yılan derisinden soyunmuş, incir ağaçlarına doğru
ilerliyordu. Durdu, başını çevirdi ve çıplaklığından utanmaz ellerime baktı.
Ellerim utandı, parmaklarım birbirlerinin üzerine kapandı.
El freni çekimiyle tepede durakaldık. Buraya defalarca
gelmiştim, yaşım kadar. Her halini seyreylemiş, her karışını gezmiş, her
çiçeğine dokunmuş, her çamın fıstığından nasiplenmiştim. ama şimdi. Göğün dibi
başımın üzerinde, sağ ve hatta utanmadan bir de sol yanımdaydı. ayak bastığım
toprak laciverte bulanmış, yıldız bulutlarından peyda olmuştu. Sanki henüz yer yaratılmamıştı da Tanrı önce
bunu bir anlayın hissedin içinizde diyip
dinlenmeye çekilmişti. Dinlemeye çekilmişti haykırışlarımı kürsüsünden atılan
her yıldızın kayımında, dudaklarının kenarında gülümseme, gözleri yarı aralık.
her nefes verişinde nefesini kor gibi düşürerek içime. Rüzgar estikçe
közlerimin dumanını savurdu da is kapladı gözlük camlarımı. Kulak kesildi
sözlerime.
Hayatımda çok kez sabah öğleye öğle ikindiye ikindi de
geceye evrilmişti. İnanabiliyor musunuz? Hem de gözlerimin önünde. Çekinmeden,
ayıp demeden, saklamadan gizlemeden gün değişmişti üzerini kıyafetlerini çıkarmış çıkarmış üzerime
fırlatmıştı. Kıkırdamıştı. Omzuma düşen kızıl bir eteği çekip almış, giymeye
uğraşmıştım da içine girememiştim. Gün batımı sana göre değil demiş gülmüştü.
Sana kuşluk vakti sabahlığım daha çok yakışır. Hele biraz büyü de. Çok kez ayın
içindeki yaşlı adamı düşünüp, ışıkları yakıp kapamasına, uyanıp uyanmasına
şahit olmuştum. Hatta geceleyin ağırca yatağından doğrulmasına, çatlamış
dudaklarını tükürüğüyle ıslatıp bir
şeyler mırıldanmasına, altının plastiği erimiş terliklerini ayağına
geçirmesine, sedef rengi baş parmağının
terliğinin kenarından fırlayıvermesine ve elinde bir bardak kristal suyun
içinde dişleri, ışığı azıcık daha
karartıp uykuya gömülmesine. Aydaki adamın bu hallerine alışkındım. Fakat
yıldız kayması. Yıldız kaymaları benim için tam bir muammaydı. Onlar Tanrı
gibiydi nezdimde. Görmeyip varlıklarına inandığım. Ve dileklerimin
gerçekleşmesi için dayandığım. Onlar şu
ana dek düşeyazmışlardı, ben de kuyruklarının bıraktıkları izlerle yetinmiştim.
Ne dileklerim tam tutulmuştu ne bakışlarım nazar yerine geçmişti. Şimdiye dek
düşen kirpiklerimi baş parmağımla işaretin arasına alıp nerede olduğunu bilmeye
uğraşarak istemiştim bir şeyleri. Sonra miyoplaştım etrafa, yaşım ilerledi
malum. Bir de üstüne o camları gözümün
önüne koymayı yediremedim de kendime, uzaklara uzak kaldım, gölgeleri
kımıltılarından tanır oldum. İnsanları kokularından ve yürürken sağa sola
salınışlarından. Ama şimdi. Rüzgara kaptırmadığım gözlüğümü sımsıkı tutmuştum,
ellerim terlemişti, Tanrının verdiği nefesi içimde tutmuş, bırakamıyordum bir
türlü. Dudaklarımın kenarında gülümseme, gözlerim hiç olmadığı kadar büyümüştü.
Dayanamadım kendimi bıraktım, uzandım boylu boyunca taş yolun üzerine. Göğe
kapaklandım yüz üstü ve hem sırt üstü. Bu yolun üzerinden geçerlerken gözyaşı
dökenlerin izlerini göremedim. Kan düştüğü yerde kurur iz bırakırdı da göz yaşı
öyle değildi. O yüzden insan birinin kanı çekildiğinde ağlardı da birinin göz
pınarları kuruyunca bileklerini kesmezdi üzüntüden. Kan döküldüğünde üzerine
toprak atılırdı da yaş aktığında ellerin kafiydi örtelemek için. Bu yokuş
ikisinin kesiştiği yerdeydi. Ben bu kavşakta gülüyordum. Utanmasam, insanlığım,
yeryüzü ve ayaklarımın altında yanıp sönen şehrin o renkli elektriği çoktan
damarlarımda dolaşmaya başlamamış olsa korkularımdan sıyrılıp kahkaha
atacaktım. Ellerimi dudaklarıma bastırdım son anda.bir yerlerden bir kurbağa
vırakladı. Öyle değil böyle gülünür işte dedi göz kırptı. Bir yıldız daha
kaydı, başka birinin yanından geçerken
savurdu ötekini diğer yana. O da diğerini derken, gökte yıldız kalmayacağından
yüreğim hopladı, ayağa fırladım koştum
arkalarından, takip ettim tuttum birini ayağından, demir bir kapı çıktı önüme,
açtım tırkısını girdim içeri. Ayaklarımın altında çamların dikenli yaprakları
kurumuş çıtırdıyorlardı. Rüzgar dönüyordu, döndürüyordu. Her şey herkes
uzanmıştı. Her şey herkes susmuştu. Buradakiler biz gibi susmaktan korkmuyordu.Ya
da toprak ses geçirmiyordu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder