1 Ocak 2012 Pazar

Yarım


Göğün dibi tutmuştu. Doğan araba çocukluğumun tabiriyle Amerikan yeşili, çıkmaya durmuştu önünde virajlanan yokuşu. Arka camlardan birini ittim içeriye, uzattım elimi karanlığın meçhulüne. Rüzgar küpelerimi savurdukça yanaklarımı dövdü, başımdaki yemeniyi savurdu, gözlüğümü çıkarıp atmaya kalktı. Kaptırmadım. Yolun kenarındaki kurumuş otların başlarını okşadım, savruldular sevilmekten memnunca. Parmak uçlarımda hafif çıtırtının sedası araba farının ışığında toz toz göğe kalktı. Demiştim ya, zaten göğün dibi tutmuştu. Bir yılan derisinden soyunmuş, incir ağaçlarına doğru ilerliyordu. Durdu, başını çevirdi ve çıplaklığından utanmaz ellerime baktı. Ellerim utandı, parmaklarım birbirlerinin üzerine kapandı.
El freni çekimiyle tepede durakaldık. Buraya defalarca gelmiştim, yaşım kadar. Her halini seyreylemiş, her karışını gezmiş, her çiçeğine dokunmuş, her çamın fıstığından nasiplenmiştim. ama şimdi. Göğün dibi başımın üzerinde, sağ ve hatta utanmadan bir de sol yanımdaydı. ayak bastığım toprak laciverte bulanmış, yıldız bulutlarından peyda olmuştu.  Sanki henüz yer yaratılmamıştı da Tanrı önce bunu bir anlayın hissedin içinizde  diyip dinlenmeye çekilmişti. Dinlemeye çekilmişti haykırışlarımı kürsüsünden atılan her yıldızın kayımında, dudaklarının kenarında gülümseme, gözleri yarı aralık. her nefes verişinde nefesini kor gibi düşürerek içime. Rüzgar estikçe közlerimin dumanını savurdu da is kapladı gözlük camlarımı. Kulak kesildi sözlerime.
Hayatımda çok kez sabah öğleye öğle ikindiye ikindi de geceye evrilmişti. İnanabiliyor musunuz? Hem de gözlerimin önünde. Çekinmeden, ayıp demeden, saklamadan gizlemeden gün değişmişti üzerini  kıyafetlerini çıkarmış çıkarmış üzerime fırlatmıştı. Kıkırdamıştı. Omzuma düşen kızıl bir eteği çekip almış, giymeye uğraşmıştım da içine girememiştim. Gün batımı sana göre değil demiş gülmüştü. Sana kuşluk vakti sabahlığım daha çok yakışır. Hele biraz büyü de. Çok kez ayın içindeki yaşlı adamı düşünüp, ışıkları yakıp kapamasına, uyanıp uyanmasına şahit olmuştum. Hatta geceleyin ağırca yatağından doğrulmasına, çatlamış dudaklarını tükürüğüyle ıslatıp  bir şeyler mırıldanmasına, altının plastiği erimiş terliklerini ayağına geçirmesine, sedef rengi  baş parmağının terliğinin kenarından fırlayıvermesine ve elinde bir bardak kristal suyun içinde dişleri,  ışığı azıcık daha karartıp uykuya gömülmesine. Aydaki adamın bu hallerine alışkındım. Fakat yıldız kayması. Yıldız kaymaları benim için tam bir muammaydı. Onlar Tanrı gibiydi nezdimde. Görmeyip varlıklarına inandığım. Ve dileklerimin gerçekleşmesi için dayandığım.  Onlar şu ana dek düşeyazmışlardı, ben de kuyruklarının bıraktıkları izlerle yetinmiştim. Ne dileklerim tam tutulmuştu ne bakışlarım nazar yerine geçmişti. Şimdiye dek düşen kirpiklerimi baş parmağımla işaretin arasına alıp nerede olduğunu bilmeye uğraşarak istemiştim bir şeyleri. Sonra miyoplaştım etrafa, yaşım ilerledi malum.  Bir de üstüne o camları gözümün önüne koymayı yediremedim de kendime, uzaklara uzak kaldım, gölgeleri kımıltılarından tanır oldum. İnsanları kokularından ve yürürken sağa sola salınışlarından. Ama şimdi. Rüzgara kaptırmadığım gözlüğümü sımsıkı tutmuştum, ellerim terlemişti, Tanrının verdiği nefesi içimde tutmuş, bırakamıyordum bir türlü. Dudaklarımın kenarında gülümseme, gözlerim hiç olmadığı kadar büyümüştü. Dayanamadım kendimi bıraktım, uzandım boylu boyunca taş yolun üzerine. Göğe kapaklandım yüz üstü ve hem sırt üstü. Bu yolun üzerinden geçerlerken gözyaşı dökenlerin izlerini göremedim. Kan düştüğü yerde kurur iz bırakırdı da göz yaşı öyle değildi. O yüzden insan birinin kanı çekildiğinde ağlardı da birinin göz pınarları kuruyunca bileklerini kesmezdi üzüntüden. Kan döküldüğünde üzerine toprak atılırdı da yaş aktığında ellerin kafiydi örtelemek için. Bu yokuş ikisinin kesiştiği yerdeydi. Ben bu kavşakta gülüyordum. Utanmasam, insanlığım, yeryüzü ve ayaklarımın altında yanıp sönen şehrin o renkli elektriği çoktan damarlarımda dolaşmaya başlamamış olsa korkularımdan sıyrılıp kahkaha atacaktım. Ellerimi dudaklarıma bastırdım son anda.bir yerlerden bir kurbağa vırakladı. Öyle değil böyle gülünür işte dedi göz kırptı. Bir yıldız daha kaydı, başka birinin yanından  geçerken savurdu ötekini diğer yana. O da diğerini derken, gökte yıldız kalmayacağından yüreğim hopladı,  ayağa fırladım koştum arkalarından, takip ettim tuttum birini ayağından, demir bir kapı çıktı önüme, açtım tırkısını girdim içeri. Ayaklarımın altında çamların dikenli yaprakları kurumuş çıtırdıyorlardı. Rüzgar dönüyordu, döndürüyordu. Her şey herkes uzanmıştı. Her şey herkes susmuştu. Buradakiler biz gibi susmaktan korkmuyordu.Ya da toprak ses geçirmiyordu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder