Vakit gece yarısına yaklaşmakta ve
ben bugünkü masalımı dinlemek için cep numarasını çeviriyorum ananemin. Yoksa
uyuyamam. Asıl insan büyüdükçe masallara daha çok ihtiyacı oluyormuş. Ah bir
anlasalarmış.
-Anane hani dedemin bize sürekli anlattığı bişey vardı
şu peri kızlı olan, hatırlıyor musun onu?”
(Telefonun ucundaki dumanı üstünde kıtır leblebi gülüşü. Hala
üzerine çiğ düşmüş kuşluk vakti goncaları gibi diyecektim ki tam, kendimi
durdurdum. Böyle teşbihlerle bu tazeliği betimlemek oksimoron yapmak olurdu
herhalde. Safi sanat yapmış olmak için de denecek laf değil canım! Dudakları
hala kıpkırmızı. Dedem gençken arap sabunu kokan mendiliyle silmeye kalkarmış.
Hamlet’in Ophelia’nın makyajına verip veriştirmesini hatırlamanın tam
zamanıdır. Aşka bir kılıf daha buldum. Dedemin bir trajedi kahramanından neyi
eksik?)
-Alo, yoğrum orda mın? (Muğla
şivesini bir türlü yazı diliyle barıştıramadım, barıştıramıyorum. Sanırım dil
bazen sade söylenmek için var. Sembollerden, imajlardan ve bakışlardan kaçıyor,
bir nazarla bozulan atomik parçacıklar misali kuantum mekaniğindeki gibi. Okuyucunun anlayışına sığınmam her defasında
bu yüzdendir. Destur.)
-…burdayım anane. (Daldım yine.) Ne diyodum, evet, dedemin o
meşhur hikayesi…”
-Ha, şimcik arığın başına gitmiş
değirmen arığına, yaylada. Bembeyaz kıyafetli dünya güzeli upuzuuun saçlı bi gız ge’miş. Deden k (g) orkmuş k(g)açmış, ileride tuvalete
oturmus.
Gız da nalın gibi dıkırdata dıkırdata ge’miş, deden’(in) yanına ge’miş, deden gitmiş başka bi dene yere oturmus, oraya da ge’ (l)miş,
deden eğer k (g)onuşmuş olsa gız eline bişe(y)ler define verecekmiş. Kaçmış. Yoksa Allah korusun peri
kızı köle yapceğmiş dedeni. –Sen deden diye değil de başka bi adam gibi anlat
yine de-
“Ama bu şimdi mutlu sonla bitiyor mu
bitmiyor mu belli değil anane. (acaba
hava yaz mıydı, gündüz pek mi ıscaktı? Dedem kafayı bulmaz derlerdi kolay
kolay emme.) Olağaüstü masal desem,
kahraman da bir yere oturup işini görür mü ki masallarda? Bu tür şeyler
Aristotle’a göre perde arkasında yapılır ama işimiz drama değildi. Anadolu’ da
olağanüstülük fantastik boyutlara ulaşmaz derlerdi amma velakin bu da olacak iş
değil canım. Kara hikaye kahramanı da olamaz ki dedem. Yine de dedemi severim.
Şaka için yapmayacağı yoktur, sela verdirir, on tane ekmek yoğurtur pişirtir
komşunun karısına da sonra kıs kıs güler kimse uğramayınca yanlarına. Ah dede,
sen de tam fıkralık adamsın. Hangi fıkra türü olurdu ki acep? Sen başlı başına
bir tarihi kişiliksin. Göğüs kılların desen bir tek incileri eksik. Göğsünde
ağlasam o da olur evelallah.
-Bismillah, ne
incisi gızım, ne diyip dur’un?
-Yok bişey
ananem, yok mu başka bildiğin bir masal? Düşünsen azıcık daha. Bu anlattığın
bana uykuya dalacak huzuru vermiyor. Absürd rüyalara talip olabilirim bu gece
demedi deme.
-dediğinden
bişey anlamıyom ama bi dene daha vardı du düşünem hele.
(sonra anneannemin
zihnindeki ses okumaya başladı geçmişten gelen cümleleri tek tek, zihni
seslendiren ses kitap diliyle konuşurdu elbet.)
Evvel zaman içinde kalbur zaman içinde bir kralın üç kızı
varmış. Üç kızına da kendisini ne kadar sevdiklerini sormuş ki onların kendine
düşkünlüklerini bir güzel sınaya. İlk kız onu tatlı kadar, ikinci kız ekşi
kadar sevdiğini söylemiş. Sıra üçüncü kıza gelmiş:
“Seni tuz kadar seviyorum baba.” demiş kız. Kral kulaklarına
inanamamış, onu tuzla bir mi tutuyormuş yani kızı? Hemen onu saraydan sürdürmüş
ve yoksul biriyle evlendirmiş. Yıllar yıllar sonra üç kızını da ziyaret etmeye
karar vermiş. Tabii ki iltimas geçilen iki kızı zenginlikleri içinde
babalarının yüzüne bakmamışlar bile.( İstediklerini elde ettikten sonra kim kimi severmiş?
Demekten alıkoyamadı kendini yazar, sen devam et zihinden gelen ses) Sıra
üçüncü kızı ziyaret etmeye gelmiş. Kızı onu hoş karşılamış, yedirmiş içirmiş
fakat yemeklerde bir gariplik varmış. Kral bunu kızına belirttiğinde kız gidip
aynı yemekten getirmiş ama bu seferki daha tatlı gelmiş. Kız da gülümseyerek
babasına ilk getirdiği yemeğe tuz koymadığını, ikincisini tatlı eden şeyin
aslında tuz olduğunu söylemiş. Yaptıklarından utanan kral kızını affetmiş ve
onu ve ailesini sarayına almış. Sonsuza kadar mutlu yaşamışlar.
“Aslında bu hikaye böyle” dedi annem. Ne zaman anneannemle
konuştuğumu duymuştu, ne zaman anneannemin masaldaki eksikliklerini bulmuş
çıkarmış düzeltmiş ve masaldaki sesi seslendirmişti, hiç bilmiyorum. Tek
hatırladığım anneannemin anlattıklarında kral yerine baba olduğuydu. Kralsız da
iyiydik anneciğim.
“nasıl biliyorsan öyle yap” dedi annem ve çamaşırları asmaya
gitti. Benden başka kim yapacak ki bunları zaten?
“Ama anne, ben seni tuz kadar seviyorum! Anane orda mısın?”
“Ordayım, annene selam söyle. Ne zaman geliyonuz?”
“Anane makalemin dışına çıkıyoruz, konuştuğumuz her ailevi
mesele akademik hayatımın aleyhine delil olarak kullanılabilir. Benim uykum yok
hala, var mı başka bildiğin bir masal?”
-
Var bi dene
daha. (arkadan gelen seslere ‘Susun biyo’) Anlatıyorum hemen, hadi çok
para yazmasın.”
Evvel zaman içinde bir
adamla kızı varmış, dağa giderlermiş
oduna birlikte. Adam zenginliğinden bıkmış, dağa giderken yolda gördüğü birine
açmış derdini. Adam da bilgiliymiş,
nasihat etmiş, fakir olmak için elinde ekmeği ye git oduna giderken demiş. Adam
da teşekkür edip yoluna devam etmiş, evine dönmüş. Ertesi gün oduna giderken
eline ekmek almış hem yürümüş hem yemiş, yakasına da bir mendil sokmuş ki yere
dökülmesin diye. Akşam eve döndüğünde bakmış ki malları yerli yerinde duruyor.
Ertesi gün yolda yine aynı adamı görmüş, meramını anlatmış. Adam da “giderken
mendili bırak ekmeği te git” demiş. Adam elinde ekmeği bir yandan yer bir
yandan da yürürken kızını kaybetmiş. Sağına bakmış soluna bakmış nereden
gideceğini bilememiş. Sonradan mendil tutmadığı aklına gelmiş ve dökülen ekmek
kırıntılarını takip etmeye başlamış (yoksa hansel ve gretel’in ege versiyonunu
mu dinliyorum. İlk kez darlıktan değil de zenginlikten vazgeçilmeye
niyetlenilen bir masal duyuyorum, hayırlısı)
Gide gide, gide gide adam
ekmeği döküp gittiği yerden
kızını öyle bulmuş. Gelirken de mendil tutmamadan eve dönmüş. Eve gelince bir
de bakmış ki çok fakirleşmişler, bi dene bir şey kalmamış, dal budak kalmışlar. Ordan gelesiye kız baba
demiş neden ekmekler yerde? Adam kızına yolda karşılaştığı adamı anlatmış. Böyle
böyle nasihat etti, ekmek kırıklarını serin dedi, demiş. Atsız ve
susuz kalan baba kız Allah’a dua
etmişler, Cenabı Allah da onlara yettiği kadar vermiş. Böylece baba kız mutlu
mesut yaşayıp gitmişler.
-Teşekkürler anane. En azından bu gece ben de mutlu mesut bir
şekilde uyuyabilirim. Bilirsiniz uyuyunca insan, ne zaman ne de mekan kalır
geriye. E, bu yazı en başından beri hiçbir inandırma iddiasına sahip
olmadığından ötürü, ben de böylece uykuya daldığım anda kendi masalımı yazmaya
başlayacağım. Ne anlatacağımı merak
ediyorsanız siz de gözlerini yumun. Sanırım dil bazen sade rüyalar için var.
Gece tarifesine
geçsek iyi olacak şu hat(yat)ta.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder