19 Ocak 2012 Perşembe
17 Ocak 2012 Salı
Gece Tarifesine Yumulan Gözler
Vakit gece yarısına yaklaşmakta ve
ben bugünkü masalımı dinlemek için cep numarasını çeviriyorum ananemin. Yoksa
uyuyamam. Asıl insan büyüdükçe masallara daha çok ihtiyacı oluyormuş. Ah bir
anlasalarmış.
-Anane hani dedemin bize sürekli anlattığı bişey vardı
şu peri kızlı olan, hatırlıyor musun onu?”
(Telefonun ucundaki dumanı üstünde kıtır leblebi gülüşü. Hala
üzerine çiğ düşmüş kuşluk vakti goncaları gibi diyecektim ki tam, kendimi
durdurdum. Böyle teşbihlerle bu tazeliği betimlemek oksimoron yapmak olurdu
herhalde. Safi sanat yapmış olmak için de denecek laf değil canım! Dudakları
hala kıpkırmızı. Dedem gençken arap sabunu kokan mendiliyle silmeye kalkarmış.
Hamlet’in Ophelia’nın makyajına verip veriştirmesini hatırlamanın tam
zamanıdır. Aşka bir kılıf daha buldum. Dedemin bir trajedi kahramanından neyi
eksik?)
-Alo, yoğrum orda mın? (Muğla
şivesini bir türlü yazı diliyle barıştıramadım, barıştıramıyorum. Sanırım dil
bazen sade söylenmek için var. Sembollerden, imajlardan ve bakışlardan kaçıyor,
bir nazarla bozulan atomik parçacıklar misali kuantum mekaniğindeki gibi. Okuyucunun anlayışına sığınmam her defasında
bu yüzdendir. Destur.)
-…burdayım anane. (Daldım yine.) Ne diyodum, evet, dedemin o
meşhur hikayesi…”
-Ha, şimcik arığın başına gitmiş
değirmen arığına, yaylada. Bembeyaz kıyafetli dünya güzeli upuzuuun saçlı bi gız ge’miş. Deden k (g) orkmuş k(g)açmış, ileride tuvalete
oturmus.
Gız da nalın gibi dıkırdata dıkırdata ge’miş, deden’(in) yanına ge’miş, deden gitmiş başka bi dene yere oturmus, oraya da ge’ (l)miş,
deden eğer k (g)onuşmuş olsa gız eline bişe(y)ler define verecekmiş. Kaçmış. Yoksa Allah korusun peri
kızı köle yapceğmiş dedeni. –Sen deden diye değil de başka bi adam gibi anlat
yine de-
“Ama bu şimdi mutlu sonla bitiyor mu
bitmiyor mu belli değil anane. (acaba
hava yaz mıydı, gündüz pek mi ıscaktı? Dedem kafayı bulmaz derlerdi kolay
kolay emme.) Olağaüstü masal desem,
kahraman da bir yere oturup işini görür mü ki masallarda? Bu tür şeyler
Aristotle’a göre perde arkasında yapılır ama işimiz drama değildi. Anadolu’ da
olağanüstülük fantastik boyutlara ulaşmaz derlerdi amma velakin bu da olacak iş
değil canım. Kara hikaye kahramanı da olamaz ki dedem. Yine de dedemi severim.
Şaka için yapmayacağı yoktur, sela verdirir, on tane ekmek yoğurtur pişirtir
komşunun karısına da sonra kıs kıs güler kimse uğramayınca yanlarına. Ah dede,
sen de tam fıkralık adamsın. Hangi fıkra türü olurdu ki acep? Sen başlı başına
bir tarihi kişiliksin. Göğüs kılların desen bir tek incileri eksik. Göğsünde
ağlasam o da olur evelallah.
-Bismillah, ne
incisi gızım, ne diyip dur’un?
-Yok bişey
ananem, yok mu başka bildiğin bir masal? Düşünsen azıcık daha. Bu anlattığın
bana uykuya dalacak huzuru vermiyor. Absürd rüyalara talip olabilirim bu gece
demedi deme.
-dediğinden
bişey anlamıyom ama bi dene daha vardı du düşünem hele.
(sonra anneannemin
zihnindeki ses okumaya başladı geçmişten gelen cümleleri tek tek, zihni
seslendiren ses kitap diliyle konuşurdu elbet.)
Evvel zaman içinde kalbur zaman içinde bir kralın üç kızı
varmış. Üç kızına da kendisini ne kadar sevdiklerini sormuş ki onların kendine
düşkünlüklerini bir güzel sınaya. İlk kız onu tatlı kadar, ikinci kız ekşi
kadar sevdiğini söylemiş. Sıra üçüncü kıza gelmiş:
“Seni tuz kadar seviyorum baba.” demiş kız. Kral kulaklarına
inanamamış, onu tuzla bir mi tutuyormuş yani kızı? Hemen onu saraydan sürdürmüş
ve yoksul biriyle evlendirmiş. Yıllar yıllar sonra üç kızını da ziyaret etmeye
karar vermiş. Tabii ki iltimas geçilen iki kızı zenginlikleri içinde
babalarının yüzüne bakmamışlar bile.( İstediklerini elde ettikten sonra kim kimi severmiş?
Demekten alıkoyamadı kendini yazar, sen devam et zihinden gelen ses) Sıra
üçüncü kızı ziyaret etmeye gelmiş. Kızı onu hoş karşılamış, yedirmiş içirmiş
fakat yemeklerde bir gariplik varmış. Kral bunu kızına belirttiğinde kız gidip
aynı yemekten getirmiş ama bu seferki daha tatlı gelmiş. Kız da gülümseyerek
babasına ilk getirdiği yemeğe tuz koymadığını, ikincisini tatlı eden şeyin
aslında tuz olduğunu söylemiş. Yaptıklarından utanan kral kızını affetmiş ve
onu ve ailesini sarayına almış. Sonsuza kadar mutlu yaşamışlar.
“Aslında bu hikaye böyle” dedi annem. Ne zaman anneannemle
konuştuğumu duymuştu, ne zaman anneannemin masaldaki eksikliklerini bulmuş
çıkarmış düzeltmiş ve masaldaki sesi seslendirmişti, hiç bilmiyorum. Tek
hatırladığım anneannemin anlattıklarında kral yerine baba olduğuydu. Kralsız da
iyiydik anneciğim.
“nasıl biliyorsan öyle yap” dedi annem ve çamaşırları asmaya
gitti. Benden başka kim yapacak ki bunları zaten?
“Ama anne, ben seni tuz kadar seviyorum! Anane orda mısın?”
“Ordayım, annene selam söyle. Ne zaman geliyonuz?”
“Anane makalemin dışına çıkıyoruz, konuştuğumuz her ailevi
mesele akademik hayatımın aleyhine delil olarak kullanılabilir. Benim uykum yok
hala, var mı başka bildiğin bir masal?”
-
Var bi dene
daha. (arkadan gelen seslere ‘Susun biyo’) Anlatıyorum hemen, hadi çok
para yazmasın.”
Evvel zaman içinde bir
adamla kızı varmış, dağa giderlermiş
oduna birlikte. Adam zenginliğinden bıkmış, dağa giderken yolda gördüğü birine
açmış derdini. Adam da bilgiliymiş,
nasihat etmiş, fakir olmak için elinde ekmeği ye git oduna giderken demiş. Adam
da teşekkür edip yoluna devam etmiş, evine dönmüş. Ertesi gün oduna giderken
eline ekmek almış hem yürümüş hem yemiş, yakasına da bir mendil sokmuş ki yere
dökülmesin diye. Akşam eve döndüğünde bakmış ki malları yerli yerinde duruyor.
Ertesi gün yolda yine aynı adamı görmüş, meramını anlatmış. Adam da “giderken
mendili bırak ekmeği te git” demiş. Adam elinde ekmeği bir yandan yer bir
yandan da yürürken kızını kaybetmiş. Sağına bakmış soluna bakmış nereden
gideceğini bilememiş. Sonradan mendil tutmadığı aklına gelmiş ve dökülen ekmek
kırıntılarını takip etmeye başlamış (yoksa hansel ve gretel’in ege versiyonunu
mu dinliyorum. İlk kez darlıktan değil de zenginlikten vazgeçilmeye
niyetlenilen bir masal duyuyorum, hayırlısı)
Gide gide, gide gide adam
ekmeği döküp gittiği yerden
kızını öyle bulmuş. Gelirken de mendil tutmamadan eve dönmüş. Eve gelince bir
de bakmış ki çok fakirleşmişler, bi dene bir şey kalmamış, dal budak kalmışlar. Ordan gelesiye kız baba
demiş neden ekmekler yerde? Adam kızına yolda karşılaştığı adamı anlatmış. Böyle
böyle nasihat etti, ekmek kırıklarını serin dedi, demiş. Atsız ve
susuz kalan baba kız Allah’a dua
etmişler, Cenabı Allah da onlara yettiği kadar vermiş. Böylece baba kız mutlu
mesut yaşayıp gitmişler.
-Teşekkürler anane. En azından bu gece ben de mutlu mesut bir
şekilde uyuyabilirim. Bilirsiniz uyuyunca insan, ne zaman ne de mekan kalır
geriye. E, bu yazı en başından beri hiçbir inandırma iddiasına sahip
olmadığından ötürü, ben de böylece uykuya daldığım anda kendi masalımı yazmaya
başlayacağım. Ne anlatacağımı merak
ediyorsanız siz de gözlerini yumun. Sanırım dil bazen sade rüyalar için var.
Gece tarifesine
geçsek iyi olacak şu hat(yat)ta.
Bir Tutam Hayıt Kaynattım Çaydanlıkta Dışarıda Kar Burnum Akar
Bir Tutam Hayıt Kaynattım Çaydanlıkta
Dışarıda Kar Burnum Akar
De
ki: O kış öğleden sonrası agnusla kol
kola
Mis sokağına çıkan yokuşa dönse castus
ve şemsiyesini açsa iskeleti orta yerinden kırık
Gökten düşen hayıt çiçeklerine bulanmamak
için, boz mor ki
Bağlanırsa ayıp hayıda, dökermişsin yemişlerini derlerdi dedeleri,
nineleri
Başlarını örterlerdi, gözlerini örterlerdi, değmesin mor boz ki deyi
De ki: Halbuki agnusa kız derlerdi, bıyıkları çıkmıştı on üçünde
On üçünde bıyıkların bursan ayıp
değildi hiç
Kahkülleri yapışırdı alnına savruk
Gözleri
şehlalaşırdı ziyadesiyle
kitap okurken,
Işığın üzerine
kapanması ayıp değildi, hiç değildi
Yorganın
altındaysa İliad’ın satırları.
De ki: Çatı
katına çıkıyorlardı bir hotelin şimdi oysa
Agnusla
castus,müthiş manzara
Hiç
bu kadar irilememişti kar, hani baksan
Tanrı
hiç bu kadar kırmamıştı ekmekleri besbelli ortasından
Sofra bezini silkeliyordu
gökten, doymuştu epeyi
Kızın ayaklarına kar dolarken, nimete basmak günah demişlerdi
Bıyıklarına da konardı ama artık yoktu ayıptı
Kahkülleri de yapışmazdı çünkü
yoklardı, alnı açıktı
Odada ufo
vardı, lakin çakmaydı.
De ki: Boz mor ki bulanmamak için gökten
düşen hayıt çiçeklerine
Kitap koydular başlarının üzerine, Huzur
“Seni uçlarına düğümledim” dedi castus
“Ayak parmaklarımın en ucuna, düştü
düşeceksin ha gayret.”
ayıp deme, çekinme Nuran yeter gayrı,
İnsaf et, şu Mümtaz’a selam et.
De
ki: Mis sokağına nisyanın yolu düşmez lakin bizden gayrı
Nisyandan
malul olan kar tutmuş parmaklarımı
Bir
tek sen çözersin düğüm olup da çoraplarımda- tin kaçmadan bir kez daha!
Mis sokağında
Ayıbı
hayıda bağlarlar[1](3 kez,
haydi bağır!)
Boz mor.
Mor boz
m o
Z
BRrrrr
[1] Agnus’un
annesinin en sık kullandığı deyimlerden bir tanesidir. Akdeniz bölgesinde
yetişen Hayıt bitkisinin ya da yunanca ismiyle Agnus Castus’un en bilinen
özelliklerinden biri olan cinsel isteği dengeleme işlevine istinaden, ayıp
olduğu düşünülen her eyleme karşılık cevap niteliğinde söylenen bu deyim, Muğla
civarında hala kullanılmaktadır. Namus için bitkilerden medet ummak konusunda:
bknz: şifa için kirpi yemek.
1 Ocak 2012 Pazar
XX ya da XY, ya X=Y ise?
Cinsiyetsiz yavruların çoğalması,
cinsel kimlikle sınırlanmamış vücutta, mahremiyetin ortadan kalkması. Peki,
bizi “saf güzelliği” örtbas eden arzulara iten, bizi birlikten alıkoyan bu
gruplama mı?
Arzusuz aşk olur mu? Arzu nefs
engeline takılmadan tamamen ruh kaynağından akabilir mi içimize? Ne için
istemek ve neden çekim hissetmek? İki mıknatısın birbirini çekmesi, taşlara
tezat olarak. Bizi taşlaşmaktan kurtararak mıknatıs kimyası kazandıran şey ne?
Sevişen nefslerimiz ve doğan
çocuklar onların eseri! O anda ruhunun sesini nasıl duyabilirsin? X ve Y
kromozomunu belirleyen de nefsanî ve hayvani güdüler. Sonuç olarak bu
paradoksun başlangıcı, gruplamaya neden olan, cinsiyeti meydana getiren arzular
ve arzular da cinslerin çekim kuvvetinin merkezi!
Sevişen ruhlarımız olsaydı, doğan
yavruların ikilik kaygısı ortadan kalkar, beden her iki taraf için de değerini
yitirir, merkez olmaktan kurtulurdu. O zaman ruhunu teşhir etmek de mahrem
sayılır mıydı? Onu çeken bir taş olmadığı sürece, sanmıyorum. Bir ruh diğerinin
kimyasını değiştirdiğinde, ikiliği yaratan parçalanmalar ve doğumlar yerine,
birleşen ruhların içe doğumu gerçekleşirdi. Anne-baba-çocuk rahminde sonsuza
dek kalmak ve büyüdükçe birleşmek, birleştikçe birlenmek, evreni kaplayana,
evren olana ve onu zahirden batına dönüştürene kadar.
Hadiseleri
ve doğayı okumayı bilmek. Sana haber getiren Cebrail değil, cereyan eden
olayların sendeki yansımalarının sonuçlarının farkına varman. Hepsi sende bulunan şifrenin açığa çıkmasını
sağlıyor. Hedefe odaklandığında,yollar bir bir açılıyor. Aslında yollar orada,
açılan senin gözlerin. Binlerce sperm yumurtaya doğru yol alıyor. Hepsinin
içinde binlerce şifre. Ama bir tanesi muvaffak oluyor ve birleşme anında
şifreler açığa çıkıyor.
Mesele
içimizdekini dışa vurmakta.bu da hadiselerin mesajlarını doğru değerlendirmekle
mümkün oluyor. Yani doğa sana dokunuyor ve sende varolan somut bir şekilde dışa
doğuyor. Buna da yaratılış deniyor.
Eski
uygarlıkların bu kadar doğayla iç içe olması, ateşe, aya, gökyüzüne, yıldızlara
tapmalarının bir nedeni olsa gerek.
Belki de
“melek” kavramı da o güçlerin içinde yaşadığımız doğayla etkileşimleri sonucu
somutlaşmasıyla ortaya çıktı ve ortak sonuçlar sembolik hale geldi. Ama kaç
kere kıyamet koptu ki İsrafil sura üfler denildi? Ya da her an kıyamet
kopmakta, sura üflenmekte ancak biz bu nefesi hissedecek kadar hassas değiliz.
Kıyamet, sonsuzluğun olduğu dünyaya açılmak demek. Sonsuz dünya da insana
yüklenen şifrenin ta kendisi. İnsan bu şifreye her yöneldiğinde mahşere de bir
adım daha yaklaşıyor. hesap gününe. Yani kendinde olan bitenleri muhasebeye
çekme gününe. Zaaflarını yerip yeteneklerini övdün mü sorgusundan ziyade, iyi
ve kötü olarak tanımladığınmız olayları kendi lehinde kullanabildin mi?
Azrail? Ölüm
meleği. Kaç insan onu gördükten sonra geri dönüp kılığını kıyafetini huyunu
anlatabildi. Hiçbiri.
Peki bu
şifre nasıl meydana geliyor? tecrübelerin genetikleştiğini söylemek fazla
iddialı olmaz herhalde. Fakat bahsettiğim kişisel veya ailesel tecrübeler
değil. Evrende yaşayan tüm canlı ve cansız varlıkların etkileşimleriyle(
doğrudan ve dolaylı) meydana gelen “evrensel tecrübe” (universal experience)
evrensel tecrübenin en büyük belleği insan. Ya da daha doğru bir deyimle bu
tecrübenin farkında olup olmadığını en iyi dışa vuran insan. Şimdi neden tüm
kedilerin pisi pisi kelimelerine cezbolduğunu daha iyi anlıyorum.
Birşey eğer birse ve ondan başka bir varlıkla kıyaslama söz
konusu değilse, karşılaştırmalardan doğan ve zıtlık teşkil eden sıfatların
içinde taşır. Ve hepsini taşıdığından da münezzehtir onlarla
tanımlanmaktan. Hepsini içinde barındırır. Ve yarattıkları da O’nu içinde
barındırır. Gerçekliğin mini
manifestosudur bu dünya. Ve içinde iyisiyle kötüsüyle, mükemmel bileşimi ve en
iyiyi taşır insan. İnsan eksik değildir,
aciz değildir. Tek zayıflığı içindekini fark edememesidir. Buna asıl yenilgi denir.
Amaç parçalanma
anında bozulan şekille savrulan özlerin ilk anına dönmektir. Bu ana dönmek için
onun yarattıklarında kendimizi bulmamız lazımdır. Bu buluş da aşkla sağlanır.
Arap Remzi ve Evirman soy isminin harflerinden birinin ölümü
1980lere denk gelir, hepsini
bilmeklik kadar okumam yok yeminle
Gözlerimin 1.5 miyopluğunu bassam önümde uzayan taştan
merdivene
şu yakan sonbahar
güneşi sıyıracak bacaklarımdan yün çorabımı
Ayakkaplarımın içine dolan yapraklar, sönecekler belki de
Çıtırtılı,
Tabanlarımda derin nefsim.
Devrik cümlelerim var ama belirteçleri oynaşta değildir
Yayınlanmayacaklar zinhar, hepsini bilmeklik kadar okumam yok yeminle
Hem bir mezarlıkta ne yazabilir ki insan
Ölmedikten sonra?
Ölüler nasıl okusunlar ki beni, yakın gözlüklerini takmadan?
Kargalar bile sekiyorlar virgüllerimin üzerinden,
noktalarıma kanatlarının ucu takılıyor da
Çığlık atıyorlar, ah seviştiğim kargalar,gözleri oynaş,
gözleri karalar
Yeri mi burası şimdi diye, gülüyorlar, alay
ediyorlar,yüreğimi dağlıyorlar
Ne yapaydım diyemiyorum ki, başka ne gelirdi elimden?
Çaresizim, hepsini
bilmeklik kadar okumam yok yeminle
Çocuk olsam çamuruyla oynar mermer havuzların, kekler
yapar,dökülen yaprakları ufalar
Şeker diye katardım hamuruna fakat
Asıl o zaman basılmasına gerek kalmazdı hiçbirşeyin,
Hem varlığımı
mürekkep darbeleriyle damgalatmama
Düzülmüş ağaçlara.
Dişlerimin arasındaki küçük taşları çiğnerdim onun yerine,
hepsini bilmeklik
kadar okumam yok yeminle
Çıtırtılı
Dudaklarımda ıslak nefsim.
Siz çürüyorsunuz,kuruyorsunuz,ufalanıyorsunuz
Bense yaşayamayacak kadar gururluyum günden güne
Etekliğimi çekiştirmek zorunda kalmıyorum hiç değilse
Ölüler nasıl görsünler ki beni yakın gözlüklerini takmadan?
Bırakın Shakespeare’i Divan’ı Nedim’i
Şiir niyetine değil mi bütün mezar taşları?
Kitabeler 1500lük taşlarda saklı.
Çıtırtılı
De belki sönecekler yapraklar dolan içine ayakkaplarımın
Çorabımı yün bacaklarımdan sıyıracak güneşi sonbahar yakan
şu
Merdivene taştan uzayan önümde bassam miyopluğunu 1.5
gözlerimin
Yeminle yok okumam kadar
Bilmeklik
hepsini.
Ahmet Hamdi’ye anlatacağım gerisini.
2yarım bir tam
Evet, boynumda bir muska taşıyorum. Sarı bir kumaş içine
dikmiş anneannem. Ondan önce 7 kat naylona sarmış.İçindeki harfler mavi
mürekkebe bulanmış.
Evet, su içiyorum. Saman kağıdı tadında. Elifbe tadında.
Günah çıkarıyorum. Kendime yaptıklarımı büyülerden
biliyorum.
Ne kadar da kolay başına gelenlerin sorumluluğunu
başkalarına yüklemek. Acı çektim bir de vicdan azabi mı çekeyim diyor insan.
Oralarda bir yerlerde sana acı çektirecek birilerinin olduğuna kendini
kandırıveriyor. Onların vicdanlarına sıvıyor ne varsa.
Renault arabayla, radyoda Esengül.
“uzaklarda arama,çünkü sen içimdesin,taht kurmuşsun
kalbime,en güzel yerindesin.” Sözlerini yanık sesiyle söylerken G. Köyüne
yollanıyoruz. Sağda hisar kalesi. Surlarının dibine evler kurulmuş. Yanından geçen
asfalt yolun ortasında bir koyun sürüsü.
Araba yarıp geçiyor sürüyü. Kaleden bir taş daha yuvarlanıyor yere.
Sıcak asfalta karışıyor kırıntıları.
“hergün seni düşünür,hergün sana ağlarım.”
Keskin viraj dönümü. Tozlu yola giriyoruz. Asfaltın sonu.
Vadilerin üzerinde iki taş ev. İki köpek, bir eşek. Veyahut tavuklar
ve yavruları.
Yarım
Göğün dibi tutmuştu. Doğan araba çocukluğumun tabiriyle
Amerikan yeşili, çıkmaya durmuştu önünde virajlanan yokuşu. Arka camlardan
birini ittim içeriye, uzattım elimi karanlığın meçhulüne. Rüzgar küpelerimi
savurdukça yanaklarımı dövdü, başımdaki yemeniyi savurdu, gözlüğümü çıkarıp
atmaya kalktı. Kaptırmadım. Yolun kenarındaki kurumuş otların başlarını
okşadım, savruldular sevilmekten memnunca. Parmak uçlarımda hafif çıtırtının
sedası araba farının ışığında toz toz göğe kalktı. Demiştim ya, zaten göğün
dibi tutmuştu. Bir yılan derisinden soyunmuş, incir ağaçlarına doğru
ilerliyordu. Durdu, başını çevirdi ve çıplaklığından utanmaz ellerime baktı.
Ellerim utandı, parmaklarım birbirlerinin üzerine kapandı.
El freni çekimiyle tepede durakaldık. Buraya defalarca
gelmiştim, yaşım kadar. Her halini seyreylemiş, her karışını gezmiş, her
çiçeğine dokunmuş, her çamın fıstığından nasiplenmiştim. ama şimdi. Göğün dibi
başımın üzerinde, sağ ve hatta utanmadan bir de sol yanımdaydı. ayak bastığım
toprak laciverte bulanmış, yıldız bulutlarından peyda olmuştu. Sanki henüz yer yaratılmamıştı da Tanrı önce
bunu bir anlayın hissedin içinizde diyip
dinlenmeye çekilmişti. Dinlemeye çekilmişti haykırışlarımı kürsüsünden atılan
her yıldızın kayımında, dudaklarının kenarında gülümseme, gözleri yarı aralık.
her nefes verişinde nefesini kor gibi düşürerek içime. Rüzgar estikçe
közlerimin dumanını savurdu da is kapladı gözlük camlarımı. Kulak kesildi
sözlerime.
Hayatımda çok kez sabah öğleye öğle ikindiye ikindi de
geceye evrilmişti. İnanabiliyor musunuz? Hem de gözlerimin önünde. Çekinmeden,
ayıp demeden, saklamadan gizlemeden gün değişmişti üzerini kıyafetlerini çıkarmış çıkarmış üzerime
fırlatmıştı. Kıkırdamıştı. Omzuma düşen kızıl bir eteği çekip almış, giymeye
uğraşmıştım da içine girememiştim. Gün batımı sana göre değil demiş gülmüştü.
Sana kuşluk vakti sabahlığım daha çok yakışır. Hele biraz büyü de. Çok kez ayın
içindeki yaşlı adamı düşünüp, ışıkları yakıp kapamasına, uyanıp uyanmasına
şahit olmuştum. Hatta geceleyin ağırca yatağından doğrulmasına, çatlamış
dudaklarını tükürüğüyle ıslatıp bir
şeyler mırıldanmasına, altının plastiği erimiş terliklerini ayağına
geçirmesine, sedef rengi baş parmağının
terliğinin kenarından fırlayıvermesine ve elinde bir bardak kristal suyun
içinde dişleri, ışığı azıcık daha
karartıp uykuya gömülmesine. Aydaki adamın bu hallerine alışkındım. Fakat
yıldız kayması. Yıldız kaymaları benim için tam bir muammaydı. Onlar Tanrı
gibiydi nezdimde. Görmeyip varlıklarına inandığım. Ve dileklerimin
gerçekleşmesi için dayandığım. Onlar şu
ana dek düşeyazmışlardı, ben de kuyruklarının bıraktıkları izlerle yetinmiştim.
Ne dileklerim tam tutulmuştu ne bakışlarım nazar yerine geçmişti. Şimdiye dek
düşen kirpiklerimi baş parmağımla işaretin arasına alıp nerede olduğunu bilmeye
uğraşarak istemiştim bir şeyleri. Sonra miyoplaştım etrafa, yaşım ilerledi
malum. Bir de üstüne o camları gözümün
önüne koymayı yediremedim de kendime, uzaklara uzak kaldım, gölgeleri
kımıltılarından tanır oldum. İnsanları kokularından ve yürürken sağa sola
salınışlarından. Ama şimdi. Rüzgara kaptırmadığım gözlüğümü sımsıkı tutmuştum,
ellerim terlemişti, Tanrının verdiği nefesi içimde tutmuş, bırakamıyordum bir
türlü. Dudaklarımın kenarında gülümseme, gözlerim hiç olmadığı kadar büyümüştü.
Dayanamadım kendimi bıraktım, uzandım boylu boyunca taş yolun üzerine. Göğe
kapaklandım yüz üstü ve hem sırt üstü. Bu yolun üzerinden geçerlerken gözyaşı
dökenlerin izlerini göremedim. Kan düştüğü yerde kurur iz bırakırdı da göz yaşı
öyle değildi. O yüzden insan birinin kanı çekildiğinde ağlardı da birinin göz
pınarları kuruyunca bileklerini kesmezdi üzüntüden. Kan döküldüğünde üzerine
toprak atılırdı da yaş aktığında ellerin kafiydi örtelemek için. Bu yokuş
ikisinin kesiştiği yerdeydi. Ben bu kavşakta gülüyordum. Utanmasam, insanlığım,
yeryüzü ve ayaklarımın altında yanıp sönen şehrin o renkli elektriği çoktan
damarlarımda dolaşmaya başlamamış olsa korkularımdan sıyrılıp kahkaha
atacaktım. Ellerimi dudaklarıma bastırdım son anda.bir yerlerden bir kurbağa
vırakladı. Öyle değil böyle gülünür işte dedi göz kırptı. Bir yıldız daha
kaydı, başka birinin yanından geçerken
savurdu ötekini diğer yana. O da diğerini derken, gökte yıldız kalmayacağından
yüreğim hopladı, ayağa fırladım koştum
arkalarından, takip ettim tuttum birini ayağından, demir bir kapı çıktı önüme,
açtım tırkısını girdim içeri. Ayaklarımın altında çamların dikenli yaprakları
kurumuş çıtırdıyorlardı. Rüzgar dönüyordu, döndürüyordu. Her şey herkes
uzanmıştı. Her şey herkes susmuştu. Buradakiler biz gibi susmaktan korkmuyordu.Ya
da toprak ses geçirmiyordu.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)