22 Eylül 2012 Cumartesi


İnsanın kendini değiştirecek cesareti yoksa başkalarını da değiştirmeye uğraşmamalı, boşuna.
Keşke anlatabildiklerimiz bildiklerimiz kadar, bildiklerimiz de yaşayabildiklerimiz kadar olaydı.
O zaman insanın içini kemiren şu huzursuzluk, bilip de işlememenin, işlemekten korkmanın idrakiyle gelen güven katliamı bizi eli kanlı katillere dönüştürmezdi.
Dahası başkalarına ne yapmaları gerektiğini söylerken, öğüt verirken ya da en azından destek olmaya çalışırken içten içe kendimize acımazdık, içten içe sözlerimizle kavgaya tutuşmazdık.
Evet, insanın en büyük trajedisi farkına vardıklarını amele dönüştürmeye takatinin olmadığını anladığı anları yaşamakla yükümlü olması. Ne kadar öğrenirsen öğren, ne kadar doğrularsan doğrula kafandaki bilgi kalabalığını, onları kendileri gibi oldukları gibi hayata geçiremiyorsun. İş yaratmaya, yansıtmaya gelince bilinmeyen bir alana haydi doğuruver bakalım diyince beynin, nutkun tutuluyor, kasılmaların boşa gidiyor, su patladığıyla kalıyor.
İşte bu yüzden bazıları bilgileri, görgüleri, “kültür”leri arttıkça, zihinlerini kavramlarla doldurdukça, başkalarını kışkırtma sevdasına kapılıyorlar.
Çünkü bildiklerini ancak karşıdan gelen tepkilerle var edebileceklerini anlıyorlar. Sataşarak, tepkilerin üzerinden yükselterek ifadelerini.  Bu yüzden arası kavramlarla akımlarla azıcık da taşlamayla iyi fakat yaratmakta korkak olanlar eleştirmenliklerinin hakkını fazlasıyla veriyorlar. Çünkü kendini eleştirmekten aciz olanlar ancak bunu göze alabiliyorlar. Kendiyle derdi olanlar ise karşıyı dürtükleyip durmuyorlar. Etkileri de kendilerine, tepkileri de, eleştirileri de, bilgisi de. Boşa çekilen doğum sancılarına ve tüm huzursuzluklarına rağmen. Kendi kendilerine.
Sanki ben de bildiğimden yazdım tüm bunları. Sancılarımdan dostlar, beni kendimden geçiren sancılardan. Şuurum yerindeyken de acı çekebilme ihtimaline kani olabilecek miyim acaba?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder