4 Kasım 2015 Çarşamba

Saçımda bigudilerle yastığın neresine nasıl baş koyacağımı bilemiyorum. Sağım solum önüm arkam sarılı. Arkadan gelen dikiş makinesi sesi. Başucumda ayakkabılarım. Avuçlarım soğuk yere değiyor, altımda yer yatağı. Vücudum yerden kesilmiyor, yerle yeksan olmuşum. Yanımda gürül gürül yanan sobanın gümbürtüsü kalbimde atıyor.  Bir türlü kapanmak bilmeyen gözlerim, ateşin gölgesinde tavandaki Hacivat Karagöz oyununu seyirde. Kirpiklerimde is kokusu. Gözkapaklarım kömür tutuyor, gittikçe ağırlaşıyor. Arkadan gelen dikiş makinesi sesi benden adım adım uzaklaşıyor.
Sabah uyandığımda ayakkabılarımın yanında dünyanın en sihirli elbisesi beni bekliyor. Soba sönmüş, oda soğuk. Altından buğular yükselen yorganımı üzerimden atıyorum. Heyecandan üşümüyorum bile. Hem, bu elbiseyi giyen insan nasıl üşüyebilir? Elbiseyi diken anne elleri kumaşa nakış nakış işlemiştir sevgiyi, merhameti ve güneşin en dik açılı izdüşümlerini. Bigudilerim saçlarımın ucuna kadar düşmüş, mutluluktan yanaklarımı öpüyorlar ben sağa sola döndürdükçe başımı. Ve anneme bakakalıyorum. Onun yorgun ama gülümseyen gözlerine. Bayram benim için o zaman başlıyor.
Çantam tıka basa şeker ve bozuk para dolu, hiç “tanımadığım” kapıları tek tek çaldığımda, hiç “tanımadığım” elleri öpüp alnıma koyduğumda, babaannemin ve anneannemin kendi elleriyle yaptıkları tatlıları afiyetle yediğimde bayram o bayram oluyor. Eski bir caminin bodrum katına ayrılan kadınlar kısmında, ayaklarımda minik patiklerim, secdeden her kalktığımda başıma geçen önümdeki teyzelerin eteklerinin rüzgarında yaptığım teravihler. Dualar, dualar, dualar.
Ne büyük bir lütuf ki tohumlarım böyle bir birlik dünyasının toprağında filizlendi. Samimiyetle ve doğallıkla sulandı ve Anadolu bilgeliğiyle yeşerdi. Bugün, Üsküdar’daki dairemde ne yer yatağım, ne sobam, ne de şekerle dolu bir çantam var. Bir avuç bigudi çekmecemde beni bekliyor. Fakat yeşeren tohumların meyveleri artık olgunlaşıp elbisemin eteğine düşmekte. Ve ben o meyvelerden her ısırık aldığımda yaşadığım hayat ve geçirdiğim bayramlar için şükrediyorum. Geçmişim ve geleceğim şimdide evrildikçe her an yaşanan bayramın tadına varıyorum. Ve anneme bakakalıyorum. Onun yorgun ama gülümseyen gözlerine. Bayram benim için o zaman başlıyor.

Hepimizin bayramı bayram olsun. Muhabbetin demine hu.

27 Ağustos 2015 Perşembe

Nedir ey cân senin bu bilinmeklik iştiyâkın
Yok mu seni senden içre sen bilen Hakkın
Hakîkatin demine ne acep döktün telaşın
San ki böyle senden öte senden ziyade vardın

Kuran lafız imiş dedin elifba ezber itdin
Gökten düşen sedayı dil-i seme çalmadın
Yuğ elin ört başın dedin yumdun gözün dilde hoş
Acep gözün perdesini nice bed-hâle ref kıldın

Kodun karanfili çaya
Yeşili germeze çaldın
Yaktın zâhir libasına
Can ateşe virmedin
Derisin koyan bir keklikle muhabbetteyim
Çesm-i şahanesine ne acep dildareyim
Dest-i münacaat ile def urdu korkularıma
Çamın agaci iğnesin batirdi bulutlara 
Kan oturdu gökyüzü ah itdi yâne yâne
Kim bulur benim bu onulmaz derdime çâre
Dedi gönül ey tâlib itme kendin vîrâne
Vuslat olmaz gurbette sal ayağın pârende
Kim bilir keklik öter eder kendin settâre
Hu ol Hu de Hu konuş
Ye ic Hu'yla kalk otur
Bu hâle gark olanlar gelmez başka lisâne
Ya Allah Ya Muhammed Ya Fatıma Ya şah Ali
Ur sırtım himmet testini
Abdest suyun elim döke
talib-i kurb-i vatan ola câna irtikât ide
dide-giryân sîne-puryân ola cumlem pâre pâre

24 Ağustos,15
Günün sonunda elinde kalan balonlarla evinin yolunu tutan adam önde, ben arkada, yokuşu tırmanıyoruz. Balonlar aksam karanlığında yolumuza fener tutuyorlar. Neden kendine almıyorsun ki bir tane? diyorum içimden. Ne de olsa su kedi bak, bir çuvalın üzerine kıvrılmış uyuyor. Gözlerini yummak için ne birini bekliyor ne de birinden kurtulmak istiyor. Sadece bir kuyruk lazım o kadar. Bak, pideci yanmış yakılmış hamurları kestikçe çıkan seslere...Büfedeki kese kağıdının müziği, yolun kenarındaki iskemlelerde oturanların teneffüs ettikleri kelimelerin tınıları. 
Bişnev!
 Dinlesene. Yeni bir lisan keşfettiğimi sanıyorum. Daha önce binlerce kez kulağıma çalınan ama idrakimi bir türlü sarıp sarmalayamayan bu lisanın aksettirdikleri ne acayip. Dolunaya beş kala, bu sesler Aziz Mahmud Hüdayi'nin davetine icabetle ahenge gelmiş, belli. Nasibe düşen son helvadan tattıkça daim çırpınan heva ve heveslerin duası kabul olmuş, kesilmiş ses seda. Merdivenlerin kenarında biriken kuru yaprakların üzerine dökülmüşler, adımlarımı ağırlaştırıyorlar. Ay üzerime düştükçe omuzlarımda konuçlanan ve bir türlü bu can pazarında taliplisini bulamadığım çabalarım göğe yükselmeye başlıyor. Kapıda el açan dönüp:
"Kendin pişir, kendin ye." diyor.
26 Ağustos,15