22 Eylül 2012 Cumartesi


Prophetic Gypsy

In her dark hair
A bunch of hoary flowers are twinkling
Like a Meissa at a dusky twilight
Her wrinkled eyes laced with
Faint passions of perished night

Holding my hand, murmuring
She introduces me to sky
Hymns stream her faded Yemenite
Like a stylish silk scarf

Time to begin a journey
Through tracks of my destiny
A cross on the Mount of Venus
Brings me a prince
From another galaxy

Swirling in a helix
My future bursts from magical ball
Floods bleed from
Her coral, cracked lips

Now,
In my dark hair
A red rose is twinkling
Inherited from
A prophetic gypsy

Villanelle



                          Sesame Heart
 
“Take my ring, in‘valuable’ in  the morning breeze”
His fingers lingered on the rusty silsil
He would take his sesame heart and let her eclipse.
 
Dazzled with the eos,through clouds, seeping
His hands whistled the song of cracked lips
“Take my ring, in‘valuable’ in the morning breeze”
 
He looked his steamy glass of trolley
A misty reflection of her hair, spreading beyond limits
He would take his sesame heart and let her eclipse.
 
Imitated roses  were clumsily surrounding
His new-born sunshine over rosy trolley
“Take my ring, in‘valuable’ in  the morning breeze”
 
If only  she had accepted the sesammes
On the neck of her pricy silk blouise, but-
He would take his sesame heart and let her eclipse.
 
This morning when he was yawning
Saw at the corner a woman bathing in the  sunshine and said:
“Take my ring, in‘valuable’ in the morning breeze
He would take his sesame heart and let her eclipse.
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

Fikirtepe

 
Söküklerini dikerim
Geçmiş zaman elbiselerinin
Tahta bir sebze  kasasının üstünde
Bir pazar yerinde
Kadıköy sahilindeysen
Kıyıdaki minibüs şoförlerinden birini
Hani kemerinden sarkan anahtarlığında
 Hani sandık anahtarının yanında
Yani tahtakurusu kokan kıyafetlerle dolan ceviz sandığının anahtarının yanında
Her zaman tırnak makasını taşıyan
Ve zaman zaman
Yani yolcuyla dolan minibüsünün aynalı kapısının yanında
Parmaklarının nasırlarını kesen şoförü bul
Ve de
 “Çek Fikirtepe’ye!”
Üç kişi bir tl’ye
Koltuklar cevap versin: “Dillerdesin”
Radyodaki şarkı Maçkalı’ya gitsin
O pazar yerinde beni görmeden önce
Kasketiyle V. Dayı vardır,  oturamaz bir türlü
Bir kasa üstünde
Koltuğunun altına sıkıştırdığı tavuğunu
Zapt etme derdinde
Hani  tavuk da tüylerini kaybetme telaşı içinde
Yani tavuk da saklama derdinde kendini anlayacağın
Yılbaşı arifesinin yere göğe saçılmış zenginliğinde
Çek Fikirtepe’ye
Şoför cevap versin: “Dikin- meye
Kendini örtbas etmek derdindeysen
Ya da gözlerine birikmiş bir parmak tozu silme
Bir erkek çocuk, babasıyla, giydirilmiş bebekler  satmakta
Gelecekteki eşlerinden birine
Sarışını, esmeri,kumralı,örülü saçlarıyla, pırıldayan naylon saçlarıyla
Hepsi gülümsemekte
Ve babası  paranın “r”sini söyleyememekte
Al sana dişleri kırık bir fermuar ve 10 tanesi 1 liradan düğmeler
Şimdi topukları çatlamış gelinin tezgah altındaki ayakkabıları
R. ninenin solmuş seccadesi
Pazarın kıblesine işaret etmekte
Delikanlı hutbesini vermede pazardaki nazendelere
“Hey Allah’ım ne güzeller yaratmış!
Gel abla abi tüm tüller 1 liraya!”
Bir,bir,bir
Alı moru şifonu yanardöneri
Hepsi bir
Al alabildiğin kadar
Hepsi kir
Sarın sarınabildiğin kadar
Kaç kaçabildiğin kadar vücudundan
Ne de olsa sökükleri dikilmez
Eskimiş  bir benliğin
Yine de sana düşen
Kadıköy sahilindeysen
Kıyıdaki minibüs şoförlerinden birini
Cebinde her zaman tırnak makasını taşıyan
Ve zaman zaman
Parmaklarının nasırlarını kesen şoförü bulup
Demektir
 Çek Fikirtepe’ye
Koltuklar cevap versin: “Dillerdesin”
Radyodaki şarkı Maçkalı’ya gitsin
 
                                                                                                                                                                  01.01.2010
 
 
 
 
 
 
 
 
 
Bir Kedinin 3 Mevsim Güncesi
 
Islak tüylerinin üzerinde pürüzlü dilinin izi
Bir sonbahar yaprağı gelip üzerine konuvermesin mi!
Haklısın yavaşça gözlerini yummakta
Ve hiç bir şey olmamış gibi davranmakta
Sere serpe uzanarak
Koca bir mevsimin cesedini taşımak kolay değil
Ah zavallı kedi!
 
Kış geldiğinde tüylerin yine ıslanacak
Fakat bu kez yaprakların çürümüş bedenini
Su birikintileri taşıyacak
Sana da İlkbaharda
Yeni çıkan erguvan rengi yaprakların altında
Sevişmek kalacak
Ah seni gidi seni!
 
                                                                                                                                                               12.11.2009

Salçalı Şiirler


Muhabbet Kuşlu Salça 1
yoğun bir muhabbet kuşu kokusu sinmiş bileklerindeki çizgilere
ötesini bilmiyorum faniliğime ver
salça bulaşığı ılık ve henüz pul pul atmamış
ayaklarına düşmüş çekirdekler gibi kuru sarsamış
karasinek konmuş batık tırnağına
ellerini ovuşturuyor her daim
güzel bir gün olacak belli diyor,korkuyorum
otesini bilmiyorum faniliğime ver
umut edenler çürürdü hani
hani gök ağarırken safi içini dökemezdin mavinin alına alın moruna
inanamamıştım zaten hiçbir vakit
karasineğin haksız çıkabileceğine
halbuki şimdi kirpiklerim kıvrılıp düşüyor tek tek ağır nazarı
bileklerindeki kuşlar çoktan havalanmış
kanatlarındaki salçalar demlenir rüzgarla her dolduklarında keten keseleri
mavisi ala alı mora dönmüş semanın
biz çırpındıkça demlenmek bir yana ıslak avuçlarımızdaki domatların
çürükleriyle muhataptık daim
burnun uyuşurdu kokusu ele verecek diye hissedemezdin çünkü
ötesini bilmiyorum faniliğime ver
faniler salça sıkmasına sıkarlar amma
Allahtır onu ekmeküstü süren
üzerinde kekik ve bir dal fesleğen
aklında biber ve patlıcan çizme tasavvuru
ol karnımızı doyurmak için
kışa
ötesini bilmiyorum faniliğime ver





Telveli Salça 2
keşke okumaklığını bileydik
babanne telvelerinde sivrilen geyik boynuzlarının
 ve tavus kuşlarının toza bulanmış kuyruklarındaki renklerin
 ne demeye olduklarını
ki fincanda iki küçük şeker hapının tadımı olan gururumuzu
ocağa taşan köpüğün kaymağında kurumaya
 bırakmayaydık
Gururum kendime azar çekemediğinin iç patılması
boy boy cam şişeler ve teneke kapakları
Varlık olabilme umudum gururum
çamurlu pantolonum bacağı sökülmüş iplik iplik lacivert
Varlığa karışarak hiçleşme umudum
kadife çiçeklerin haşeresini toplarken
 kendimde tükenerek gidermeyi umduğum
keşke okumaklığını bileydik
ütopya olduğunu, umursamazlığa iz düşümünü sabrın
bilinçle işlenen günahların şuur olsa yanlış olur mu hiç gülmekliğini bileydik
keşke okumaklığını bileydik
babannelerin telvelerinde sivrilen geyiklerin boynuzlarının
 ve tavus kuşlarının uzun kuyruklarındaki renklerin ne demeye olduklarını
ki yosunlara sarıp sarmalanmış kurbağaların okunmuş suyuyla sulanmış da
 kına kokmuş bir kasa ezik domates gururumuzu
henüz karılmamış ve dile çalınmamış kurumaya bırakaydık
Gururum kendime azar çekemediğinin iç patılması
boy boy cam şişeler ve teneke kapakları
aralarında domates kuruları tırnaklarını demir makasla kesmez sev diyeceğin
eğer ellerin  bir dem salça sıkmadıysa
henüz karılmamış
ve dile çalınmamış
keşke okumaklığını bilmeyeydik de tomatinin çekirdeğini
Hale dillendireydik.

Meyvelerin en taze kısımlarının geyik ısırığından sonra bir daha çıkmayacağı üzerine ihtarname


Meyvelerin en taze kısımlarının geyik ısırığından sonra bir daha çıkmayacağı üzerine ihtarname

Ne kadar çabalasan da
Varırsın aynı teraneye.
Tümdengelimin canı cehenneme.

İnanmak: idealist
Koyunun burnundan üflenen nefes
İdealist: kinik
Taştan tuvalet
Kinik: nihilist
Ağzı zehirli geyik
Nihilist: idealist mükemmellik
Susuz domates yetiştirmek
İdealist: tekrar inanabilmek için yitik
Sabunlu çaputla siliniz
Hal bu ki tümdengelimin canı cehenneme.
Yerde serili tarhanayı keskin sidik kokusu dalgalandırırken,
Ne kadar çabalasan da
Aynı terane.
Mandalların sevilmeyeceğini de kim çıkardı?
Bak, belediye hoperlörü sela veriyor pazar yerinde.

Hal bu ki yerde serili tarhanayı keskin sidik kokusu dalgalandırırken
Şeytan çarpar, ki bilir
şeytan, ki aşık olmak kovulmak
kovulmak ki, nefret getirir, nefret ki daha sevdirir
sen hiç korkma üçüncü derece deri yanığından
Zaten sende inanmak eksik.


Ne kadar çabalasan da
Varırsın aynı teraneye.
Tümdengelimin canı cehenneme
Ki merhem,
Mahremdir.


İnsanın kendini değiştirecek cesareti yoksa başkalarını da değiştirmeye uğraşmamalı, boşuna.
Keşke anlatabildiklerimiz bildiklerimiz kadar, bildiklerimiz de yaşayabildiklerimiz kadar olaydı.
O zaman insanın içini kemiren şu huzursuzluk, bilip de işlememenin, işlemekten korkmanın idrakiyle gelen güven katliamı bizi eli kanlı katillere dönüştürmezdi.
Dahası başkalarına ne yapmaları gerektiğini söylerken, öğüt verirken ya da en azından destek olmaya çalışırken içten içe kendimize acımazdık, içten içe sözlerimizle kavgaya tutuşmazdık.
Evet, insanın en büyük trajedisi farkına vardıklarını amele dönüştürmeye takatinin olmadığını anladığı anları yaşamakla yükümlü olması. Ne kadar öğrenirsen öğren, ne kadar doğrularsan doğrula kafandaki bilgi kalabalığını, onları kendileri gibi oldukları gibi hayata geçiremiyorsun. İş yaratmaya, yansıtmaya gelince bilinmeyen bir alana haydi doğuruver bakalım diyince beynin, nutkun tutuluyor, kasılmaların boşa gidiyor, su patladığıyla kalıyor.
İşte bu yüzden bazıları bilgileri, görgüleri, “kültür”leri arttıkça, zihinlerini kavramlarla doldurdukça, başkalarını kışkırtma sevdasına kapılıyorlar.
Çünkü bildiklerini ancak karşıdan gelen tepkilerle var edebileceklerini anlıyorlar. Sataşarak, tepkilerin üzerinden yükselterek ifadelerini.  Bu yüzden arası kavramlarla akımlarla azıcık da taşlamayla iyi fakat yaratmakta korkak olanlar eleştirmenliklerinin hakkını fazlasıyla veriyorlar. Çünkü kendini eleştirmekten aciz olanlar ancak bunu göze alabiliyorlar. Kendiyle derdi olanlar ise karşıyı dürtükleyip durmuyorlar. Etkileri de kendilerine, tepkileri de, eleştirileri de, bilgisi de. Boşa çekilen doğum sancılarına ve tüm huzursuzluklarına rağmen. Kendi kendilerine.
Sanki ben de bildiğimden yazdım tüm bunları. Sancılarımdan dostlar, beni kendimden geçiren sancılardan. Şuurum yerindeyken de acı çekebilme ihtimaline kani olabilecek miyim acaba?

Sahada karşılaşmalar


Bana öyle yenilgiler ver ki uğruma saha yakanlar olmasın
Berbere gidelim birlikte ama saçlarıma dokunmasın
Usturasını bilemeyenler.
Vuslatımız da kesretimiz de yenilgiler ki uğrumuza ağıt yakanlar olmasın
Bir çay bahçesine gidelim, küçük hasır tabureler, hafif yana yatmış
Küllüğünde belli sigara kokusu, sen bakma yüzüme, bakama
Saçların çirkin, böyle olmasını sevmiyorum de
Berbere gidelim birlikte ama saçlarıma dokunmasın
Çirkine nazar edemeyenler.
Ben sana dümdüz yürü diyeyim, hani bana aldığın bir külah leblebicinin yanından yürü
Sen bana öfkelen, çoktan unuttum orayı de, böyle tarif edilmez de
Yerime yönüme yazıklar eyle
Bana öyle acılar ver ki uğruna gözyaşım akmasın

6 Haziran 2012 Çarşamba


Ceviz ağacının sinekleri ısırıyordu bileklerini göğün sancısı başladığında
Damenindeki toprağı silkeliyordu Gaia neşterin ucu tutuştuğunda, neşterden damlayan kör nem
Alev alevdi başladığında sancısı göğün ve
Daldı bıçak rahmine ansız, ifşa oldu çilehanenin yıkıntıları arasında bir spot lambası ve yanında duş başlığı, eskicinin nafakası, rahmin duvarında asılı
Daldı bıçak hanesine penceresinden alelacele, demirlerine çarpıp, çınlayıp çırpınıp ,
pervaza asılmış halbuki içi dışı,adı,sanı,arı, kurumadılar gök sancılı, neşterden damlayan kör nem şımşırık etti eşyaları
Sokak ortası
 kör çeşmenin başında, yerinden sökülmüş bir küvet bu alem küflü paslı, Gaianın düşük yapmışı,
  giderine dolanan saç telleri kronosun, kurumadı, gök sancılı, neşterden damlayan al nem tıkadı yolları
                                                Tüylerim kırmızı, bacak  aralarım, başım kırmızı, tıpalı göğüslerimin süt dolu içi dışı
Çek tıpamın zincirini, aksın sütümün kaymağı toprağının arıklarında, uçuşsun sinekler çamurunun kaynağında, yeşersin ceviz ağacı
Ki bağla beni gövdesine,açsın
 kırmızı gülleri farlarının,  yollara düşende takılıp kalan saçlarımın, telinde inleyen ah eden, bülbül misali kornasına yüklenen kronosun
 delsin benzin deposunu boynuzlarım, al sürülmüş boynuzlarım, törpülensin kaportanın levmiyle, sunağım en pahalı kuaförhane, Kronos,  türbene halel gelmesin kır kepçemin tırnaklarını
Ya hu
Kes canımın ipliğini, yak göğsüm uçlarını, göğüslerimin süt dolu içi dışı, isle beyazını, gülün beyazındaki kiri kazı
Kronos eydir: kazıdım kiri beyazındaki gülün
Girdi parmağıma dikeni gülün
Neşterin ucu alev alev neşterden damlayan kör nem deşemez parmağımdaki dikeni gülün
Acımayacak ağlama Kronos, su sızar yoksa kanatlarından göğün martılarının
Ağlarsan parmak uçları ıslanır martıların. Ahhhhhhhhh
                                        Yağmur başladı.

17 Ocak 2012 Salı

Gece Tarifesine Yumulan Gözler



Vakit gece yarısına yaklaşmakta ve ben bugünkü masalımı dinlemek için cep numarasını çeviriyorum ananemin. Yoksa uyuyamam. Asıl insan büyüdükçe masallara daha çok ihtiyacı oluyormuş. Ah bir anlasalarmış.
-Anane  hani dedemin bize sürekli anlattığı bişey vardı şu peri kızlı olan, hatırlıyor musun onu?”
(Telefonun ucundaki dumanı üstünde kıtır leblebi gülüşü. Hala üzerine çiğ düşmüş kuşluk vakti goncaları gibi diyecektim ki tam, kendimi durdurdum. Böyle teşbihlerle bu tazeliği betimlemek oksimoron yapmak olurdu herhalde. Safi sanat yapmış olmak için de denecek laf değil canım! Dudakları hala kıpkırmızı. Dedem gençken arap sabunu kokan mendiliyle silmeye kalkarmış. Hamlet’in Ophelia’nın makyajına verip veriştirmesini hatırlamanın tam zamanıdır. Aşka bir kılıf daha buldum. Dedemin bir trajedi kahramanından neyi eksik?)
-Alo, yoğrum orda mın? (Muğla şivesini bir türlü yazı diliyle barıştıramadım, barıştıramıyorum. Sanırım dil bazen sade söylenmek için var. Sembollerden, imajlardan ve bakışlardan kaçıyor, bir nazarla bozulan atomik parçacıklar misali kuantum mekaniğindeki gibi.  Okuyucunun anlayışına sığınmam her defasında bu yüzdendir. Destur.)
-…burdayım anane. (Daldım yine.) Ne diyodum, evet, dedemin o meşhur hikayesi…”

-Ha, şimcik arığın başına gitmiş değirmen arığına, yaylada. Bembeyaz kıyafetli dünya güzeli  upuzuuun saçlı bi gız ge’miş. Deden  k (g) orkmuş k(g)açmış, ileride tuvalete oturmus.  
Gız da nalın gibi dıkırdata dıkırdata ge’miş, deden’(in)  yanına ge’miş, deden gitmiş  başka bi dene yere oturmus, oraya da ge’ (l)miş, deden  eğer k (g)onuşmuş olsa  gız eline bişe(y)ler define  verecekmiş. Kaçmış. Yoksa Allah korusun peri kızı köle yapceğmiş dedeni. –Sen deden diye değil de başka bi adam gibi anlat yine de-
“Ama bu şimdi mutlu sonla bitiyor mu bitmiyor mu belli değil anane. (acaba  hava yaz mıydı, gündüz pek mi ıscaktı? Dedem kafayı bulmaz derlerdi kolay kolay emme.)  Olağaüstü masal desem, kahraman da bir yere oturup işini görür mü ki masallarda? Bu tür şeyler Aristotle’a göre perde arkasında yapılır ama işimiz drama değildi. Anadolu’ da olağanüstülük fantastik boyutlara ulaşmaz derlerdi amma velakin bu da olacak iş değil canım. Kara hikaye kahramanı da olamaz ki dedem. Yine de dedemi severim. Şaka için yapmayacağı yoktur, sela verdirir, on tane ekmek yoğurtur pişirtir komşunun karısına da sonra kıs kıs güler kimse uğramayınca yanlarına. Ah dede, sen de tam fıkralık adamsın. Hangi fıkra türü olurdu ki acep? Sen başlı başına bir tarihi kişiliksin. Göğüs kılların desen bir tek incileri eksik. Göğsünde ağlasam o da olur evelallah.
-Bismillah, ne incisi gızım, ne diyip dur’un?
             -Yok bişey ananem, yok mu başka bildiğin bir masal? Düşünsen azıcık daha. Bu anlattığın bana uykuya dalacak huzuru vermiyor. Absürd rüyalara talip olabilirim bu gece demedi deme.
                                                                                                                                   

-dediğinden bişey anlamıyom ama bi dene daha vardı du düşünem hele.
(sonra anneannemin zihnindeki ses okumaya başladı geçmişten gelen cümleleri tek tek, zihni seslendiren ses kitap diliyle konuşurdu elbet.)
Evvel zaman içinde kalbur zaman içinde bir kralın üç kızı varmış. Üç kızına da kendisini ne kadar sevdiklerini sormuş ki onların kendine düşkünlüklerini bir güzel sınaya. İlk kız onu tatlı kadar, ikinci kız ekşi kadar sevdiğini söylemiş. Sıra üçüncü kıza gelmiş:
“Seni tuz kadar seviyorum baba.” demiş kız. Kral kulaklarına inanamamış, onu tuzla bir mi tutuyormuş yani kızı? Hemen onu saraydan sürdürmüş ve yoksul biriyle evlendirmiş. Yıllar yıllar sonra üç kızını da ziyaret etmeye karar vermiş. Tabii ki iltimas geçilen iki kızı zenginlikleri içinde babalarının yüzüne bakmamışlar bile.( İstediklerini elde ettikten sonra kim kimi severmiş? Demekten alıkoyamadı kendini yazar, sen devam et zihinden gelen ses) Sıra üçüncü kızı ziyaret etmeye gelmiş. Kızı onu hoş karşılamış, yedirmiş içirmiş fakat yemeklerde bir gariplik varmış. Kral bunu kızına belirttiğinde kız gidip aynı yemekten getirmiş ama bu seferki daha tatlı gelmiş. Kız da gülümseyerek babasına ilk getirdiği yemeğe tuz koymadığını, ikincisini tatlı eden şeyin aslında tuz olduğunu söylemiş. Yaptıklarından utanan kral kızını affetmiş ve onu ve ailesini sarayına almış. Sonsuza kadar mutlu yaşamışlar.
“Aslında bu hikaye böyle” dedi annem. Ne zaman anneannemle konuştuğumu duymuştu, ne zaman anneannemin masaldaki eksikliklerini bulmuş çıkarmış düzeltmiş ve masaldaki sesi seslendirmişti, hiç bilmiyorum. Tek hatırladığım anneannemin anlattıklarında kral yerine baba olduğuydu. Kralsız da iyiydik anneciğim.                                                                                                                        

“nasıl biliyorsan öyle yap” dedi annem ve çamaşırları asmaya gitti. Benden başka kim yapacak ki bunları zaten?
“Ama anne, ben seni tuz kadar seviyorum! Anane orda mısın?”
“Ordayım, annene selam söyle. Ne zaman geliyonuz?”
“Anane makalemin dışına çıkıyoruz, konuştuğumuz her ailevi mesele akademik hayatımın aleyhine delil olarak kullanılabilir. Benim uykum yok hala, var mı başka bildiğin bir masal?”
-          Var bi dene  daha. (arkadan gelen seslere ‘Susun biyo’) Anlatıyorum hemen, hadi çok para yazmasın.”
Evvel  zaman içinde bir adamla  kızı varmış, dağa giderlermiş oduna birlikte. Adam zenginliğinden bıkmış, dağa giderken yolda gördüğü birine açmış derdini. Adam  da bilgiliymiş, nasihat etmiş, fakir olmak için elinde ekmeği ye git oduna giderken demiş. Adam da teşekkür edip yoluna devam etmiş, evine dönmüş. Ertesi gün oduna giderken eline ekmek almış hem yürümüş hem yemiş, yakasına da bir mendil sokmuş ki yere dökülmesin diye. Akşam eve döndüğünde bakmış ki malları yerli yerinde duruyor. Ertesi gün yolda yine aynı adamı görmüş, meramını anlatmış. Adam da “giderken mendili bırak ekmeği te git” demiş. Adam elinde ekmeği bir yandan yer bir yandan da yürürken kızını kaybetmiş. Sağına bakmış soluna bakmış nereden gideceğini bilememiş. Sonradan mendil tutmadığı aklına gelmiş ve dökülen ekmek kırıntılarını takip etmeye başlamış (yoksa hansel ve gretel’in ege versiyonunu mu dinliyorum. İlk kez darlıktan değil de zenginlikten vazgeçilmeye niyetlenilen bir masal duyuyorum, hayırlısı)
                                                                                                                                                    
Gide gide, gide gide adam  ekmeği  döküp gittiği yerden kızını öyle bulmuş. Gelirken de mendil tutmamadan eve dönmüş. Eve gelince bir de bakmış ki  çok fakirleşmişler,  bi dene bir şey kalmamış,  dal budak kalmışlar. Ordan gelesiye kız baba demiş neden ekmekler yerde? Adam kızına yolda karşılaştığı adamı anlatmış. Böyle böyle nasihat etti, ekmek kırıklarını serin dedi, demiş.   Atsız ve susuz kalan baba kız  Allah’a dua etmişler, Cenabı Allah da onlara yettiği kadar vermiş. Böylece baba kız mutlu mesut yaşayıp gitmişler.
-Teşekkürler anane. En azından bu gece ben de mutlu mesut bir şekilde uyuyabilirim. Bilirsiniz uyuyunca insan, ne zaman ne de mekan kalır geriye. E, bu yazı en başından beri hiçbir inandırma iddiasına sahip olmadığından ötürü, ben de böylece uykuya daldığım anda kendi masalımı yazmaya başlayacağım.  Ne anlatacağımı merak ediyorsanız siz de gözlerini yumun. Sanırım dil bazen sade rüyalar için var.
     Gece tarifesine geçsek iyi olacak şu hat(yat)ta.


Bir Tutam Hayıt Kaynattım Çaydanlıkta Dışarıda Kar Burnum Akar


                         Bir Tutam Hayıt Kaynattım Çaydanlıkta Dışarıda Kar Burnum Akar

                                               De ki: O kış  öğleden sonrası agnusla kol kola
                                      Mis sokağına çıkan yokuşa dönse castus
                              ve  şemsiyesini açsa iskeleti orta yerinden kırık
                   Gökten düşen hayıt çiçeklerine bulanmamak için, boz mor ki
              Bağlanırsa ayıp hayıda, dökermişsin yemişlerini derlerdi dedeleri, nineleri
                Başlarını örterlerdi, gözlerini örterlerdi, değmesin mor boz ki deyi
         
                        De ki: Halbuki agnusa kız derlerdi, bıyıkları çıkmıştı on üçünde
                          On üçünde bıyıkların bursan ayıp değildi hiç
                         Kahkülleri yapışırdı alnına savruk
                   Gözleri şehlalaşırdı  ziyadesiyle
             kitap okurken,
        Işığın üzerine kapanması ayıp değildi, hiç değildi
            Yorganın altındaysa İliad’ın satırları.

              De ki: Çatı katına çıkıyorlardı bir hotelin şimdi oysa
                Agnusla castus,müthiş manzara
                    Hiç bu kadar irilememişti kar, hani baksan
                        Tanrı hiç bu kadar kırmamıştı ekmekleri besbelli ortasından
                        Sofra bezini silkeliyordu gökten, doymuştu epeyi
                           Kızın ayaklarına kar dolarken, nimete basmak günah demişlerdi
                              Bıyıklarına da konardı ama artık yoktu ayıptı
                              Kahkülleri de yapışmazdı çünkü yoklardı, alnı açıktı
                                   Odada ufo vardı, lakin çakmaydı.
                                    
                                              De ki: Boz mor ki bulanmamak için gökten düşen hayıt çiçeklerine
                                                       Kitap koydular başlarının üzerine, Huzur
                                             “Seni uçlarına düğümledim” dedi castus
                                         “Ayak parmaklarımın en ucuna, düştü düşeceksin ha gayret.”
                                              ayıp deme, çekinme Nuran yeter gayrı,
                                                          İnsaf et, şu  Mümtaz’a selam et.

                      De ki: Mis sokağına nisyanın yolu düşmez lakin  bizden gayrı
                  Nisyandan malul olan kar tutmuş parmaklarımı
                     Bir tek sen çözersin düğüm olup da çoraplarımda- tin kaçmadan bir kez daha!
                                  Mis sokağında
                                            Ayıbı hayıda bağlarlar[1](3 kez, haydi bağır!)
                                                   Boz mor.
                                                        Mor boz
                                                            m  o
                                                               Z
                                                                  BRrrrr                   


[1] Agnus’un annesinin en sık kullandığı deyimlerden bir tanesidir. Akdeniz bölgesinde yetişen Hayıt bitkisinin ya da yunanca ismiyle Agnus Castus’un en bilinen özelliklerinden biri olan cinsel isteği dengeleme işlevine istinaden, ayıp olduğu düşünülen her eyleme karşılık cevap niteliğinde söylenen bu deyim, Muğla civarında hala kullanılmaktadır. Namus için bitkilerden medet ummak konusunda:
bknz: şifa için kirpi yemek. 

6 Ocak 2012 Cuma


Karanfil ekiliyor rüyalarıma
Gövdesinde üzüm taneleri
Dalları eliften.

1 Ocak 2012 Pazar


                                                                  XX ya da XY, ya X=Y ise?

Cinsiyetsiz yavruların çoğalması, cinsel kimlikle sınırlanmamış vücutta, mahremiyetin ortadan kalkması. Peki, bizi “saf güzelliği” örtbas eden arzulara iten, bizi birlikten alıkoyan bu gruplama mı?
Arzusuz aşk olur mu? Arzu nefs engeline takılmadan tamamen ruh kaynağından akabilir mi içimize? Ne için istemek ve neden çekim hissetmek? İki mıknatısın birbirini çekmesi, taşlara tezat olarak. Bizi taşlaşmaktan kurtararak mıknatıs kimyası kazandıran şey ne?
Sevişen nefslerimiz ve doğan çocuklar onların eseri! O anda ruhunun sesini nasıl duyabilirsin? X ve Y kromozomunu belirleyen de nefsanî ve hayvani güdüler. Sonuç olarak bu paradoksun başlangıcı, gruplamaya neden olan, cinsiyeti meydana getiren arzular ve arzular da cinslerin çekim kuvvetinin merkezi! 
Sevişen ruhlarımız olsaydı, doğan yavruların ikilik kaygısı ortadan kalkar, beden her iki taraf için de değerini yitirir, merkez olmaktan kurtulurdu. O zaman ruhunu teşhir etmek de mahrem sayılır mıydı? Onu çeken bir taş olmadığı sürece, sanmıyorum. Bir ruh diğerinin kimyasını değiştirdiğinde, ikiliği yaratan parçalanmalar ve doğumlar yerine, birleşen ruhların içe doğumu gerçekleşirdi. Anne-baba-çocuk rahminde sonsuza dek kalmak ve büyüdükçe birleşmek, birleştikçe birlenmek, evreni kaplayana, evren olana ve onu zahirden batına dönüştürene kadar. 

Hadiseleri ve doğayı okumayı bilmek. Sana haber getiren Cebrail değil, cereyan eden olayların sendeki yansımalarının sonuçlarının farkına varman.  Hepsi sende bulunan şifrenin açığa çıkmasını sağlıyor. Hedefe odaklandığında,yollar bir bir açılıyor. Aslında yollar orada, açılan senin gözlerin. Binlerce sperm yumurtaya doğru yol alıyor. Hepsinin içinde binlerce şifre. Ama bir tanesi muvaffak oluyor ve birleşme anında şifreler açığa çıkıyor.
Mesele içimizdekini dışa vurmakta.bu da hadiselerin mesajlarını doğru değerlendirmekle mümkün oluyor. Yani doğa sana dokunuyor ve sende varolan somut bir şekilde dışa doğuyor. Buna da yaratılış deniyor.
Eski uygarlıkların bu kadar doğayla iç içe olması, ateşe, aya, gökyüzüne, yıldızlara tapmalarının bir nedeni olsa gerek.
Belki de “melek” kavramı da o güçlerin içinde yaşadığımız doğayla etkileşimleri sonucu somutlaşmasıyla ortaya çıktı ve ortak sonuçlar sembolik hale geldi. Ama kaç kere kıyamet koptu ki İsrafil sura üfler denildi? Ya da her an kıyamet kopmakta, sura üflenmekte ancak biz bu nefesi hissedecek kadar hassas değiliz. Kıyamet, sonsuzluğun olduğu dünyaya açılmak demek. Sonsuz dünya da insana yüklenen şifrenin ta kendisi. İnsan bu şifreye her yöneldiğinde mahşere de bir adım daha yaklaşıyor. hesap gününe. Yani kendinde olan bitenleri muhasebeye çekme gününe. Zaaflarını yerip yeteneklerini övdün mü sorgusundan ziyade, iyi ve kötü olarak tanımladığınmız olayları kendi lehinde kullanabildin mi?
Azrail? Ölüm meleği. Kaç insan onu gördükten sonra geri dönüp kılığını kıyafetini huyunu anlatabildi. Hiçbiri.
Peki bu şifre nasıl meydana geliyor? tecrübelerin genetikleştiğini söylemek fazla iddialı olmaz herhalde. Fakat bahsettiğim kişisel veya ailesel tecrübeler değil. Evrende yaşayan tüm canlı ve cansız varlıkların etkileşimleriyle( doğrudan ve dolaylı) meydana gelen “evrensel tecrübe” (universal experience) evrensel tecrübenin en büyük belleği insan. Ya da daha doğru bir deyimle bu tecrübenin farkında olup olmadığını en iyi dışa vuran insan. Şimdi neden tüm kedilerin pisi pisi kelimelerine cezbolduğunu daha iyi anlıyorum.


Birşey eğer birse ve ondan başka bir varlıkla kıyaslama söz konusu değilse, karşılaştırmalardan doğan ve zıtlık teşkil eden sıfatların içinde taşır. Ve hepsini taşıdığından da münezzehtir onlarla tanımlanmaktan. Hepsini içinde barındırır. Ve yarattıkları da O’nu içinde barındırır. Gerçekliğin  mini manifestosudur bu dünya. Ve içinde iyisiyle kötüsüyle, mükemmel bileşimi ve en iyiyi taşır insan.  İnsan eksik değildir, aciz değildir. Tek zayıflığı içindekini fark edememesidir.  Buna asıl yenilgi denir.
Amaç  parçalanma anında bozulan şekille savrulan özlerin ilk anına dönmektir. Bu ana dönmek için onun yarattıklarında kendimizi bulmamız lazımdır. Bu buluş da aşkla sağlanır. 


Arap Remzi ve Evirman soy isminin harflerinden birinin ölümü
1980lere denk gelir, hepsini bilmeklik kadar okumam yok yeminle
Gözlerimin 1.5 miyopluğunu bassam önümde uzayan taştan merdivene
  şu yakan sonbahar güneşi sıyıracak bacaklarımdan yün çorabımı
Ayakkaplarımın içine dolan yapraklar, sönecekler belki de
 Çıtırtılı,
Tabanlarımda derin nefsim.
Devrik cümlelerim var ama belirteçleri oynaşta değildir
Yayınlanmayacaklar zinhar, hepsini bilmeklik kadar okumam yok yeminle
Hem bir mezarlıkta ne yazabilir ki insan
Ölmedikten sonra?
Ölüler nasıl okusunlar ki beni, yakın gözlüklerini takmadan?
Kargalar bile sekiyorlar virgüllerimin üzerinden, noktalarıma kanatlarının ucu takılıyor da
Çığlık atıyorlar, ah seviştiğim kargalar,gözleri oynaş, gözleri karalar
Yeri mi burası şimdi diye, gülüyorlar, alay ediyorlar,yüreğimi dağlıyorlar
Ne yapaydım diyemiyorum ki, başka ne gelirdi elimden?
Çaresizim, hepsini bilmeklik kadar okumam yok yeminle
Çocuk olsam çamuruyla oynar mermer havuzların, kekler yapar,dökülen yaprakları ufalar
Şeker diye katardım hamuruna fakat
Asıl o zaman basılmasına gerek kalmazdı hiçbirşeyin,
 Hem varlığımı mürekkep darbeleriyle damgalatmama
Düzülmüş ağaçlara.
Dişlerimin arasındaki küçük taşları çiğnerdim onun yerine,
hepsini bilmeklik kadar okumam yok yeminle
 Çıtırtılı
Dudaklarımda ıslak nefsim.

Siz çürüyorsunuz,kuruyorsunuz,ufalanıyorsunuz
Bense yaşayamayacak kadar gururluyum günden güne
Etekliğimi çekiştirmek zorunda kalmıyorum hiç değilse
Ölüler nasıl görsünler ki beni yakın gözlüklerini takmadan?
Bırakın Shakespeare’i Divan’ı Nedim’i
Şiir niyetine değil mi bütün mezar taşları?
Kitabeler 1500lük taşlarda saklı.
Çıtırtılı
De belki sönecekler yapraklar dolan içine ayakkaplarımın
Çorabımı yün bacaklarımdan sıyıracak güneşi sonbahar yakan şu
Merdivene taştan uzayan önümde bassam miyopluğunu 1.5 gözlerimin
Yeminle yok okumam kadar
Bilmeklik
 hepsini.
Ahmet Hamdi’ye anlatacağım gerisini.































2yarım bir tam


Evet, boynumda bir muska taşıyorum. Sarı bir kumaş içine dikmiş anneannem. Ondan önce 7 kat naylona sarmış.İçindeki harfler mavi mürekkebe bulanmış.
Evet, su içiyorum. Saman kağıdı tadında. Elifbe tadında.
Günah çıkarıyorum. Kendime yaptıklarımı büyülerden biliyorum.
Ne kadar da kolay başına gelenlerin sorumluluğunu başkalarına yüklemek. Acı çektim bir de vicdan azabi mı çekeyim diyor insan. Oralarda bir yerlerde sana acı çektirecek birilerinin olduğuna kendini kandırıveriyor. Onların vicdanlarına sıvıyor ne varsa.
Renault arabayla, radyoda Esengül.
“uzaklarda arama,çünkü sen içimdesin,taht kurmuşsun kalbime,en güzel yerindesin.” Sözlerini yanık sesiyle söylerken G. Köyüne yollanıyoruz. Sağda hisar kalesi. Surlarının dibine evler kurulmuş. Yanından geçen asfalt yolun ortasında bir koyun sürüsü.  Araba yarıp geçiyor sürüyü. Kaleden bir taş daha yuvarlanıyor yere. Sıcak asfalta karışıyor kırıntıları.
“hergün seni düşünür,hergün sana ağlarım.”
Keskin viraj dönümü. Tozlu yola giriyoruz. Asfaltın sonu.
Vadilerin üzerinde iki taş ev. İki köpek, bir eşek. Veyahut tavuklar ve yavruları.

Yarım


Göğün dibi tutmuştu. Doğan araba çocukluğumun tabiriyle Amerikan yeşili, çıkmaya durmuştu önünde virajlanan yokuşu. Arka camlardan birini ittim içeriye, uzattım elimi karanlığın meçhulüne. Rüzgar küpelerimi savurdukça yanaklarımı dövdü, başımdaki yemeniyi savurdu, gözlüğümü çıkarıp atmaya kalktı. Kaptırmadım. Yolun kenarındaki kurumuş otların başlarını okşadım, savruldular sevilmekten memnunca. Parmak uçlarımda hafif çıtırtının sedası araba farının ışığında toz toz göğe kalktı. Demiştim ya, zaten göğün dibi tutmuştu. Bir yılan derisinden soyunmuş, incir ağaçlarına doğru ilerliyordu. Durdu, başını çevirdi ve çıplaklığından utanmaz ellerime baktı. Ellerim utandı, parmaklarım birbirlerinin üzerine kapandı.
El freni çekimiyle tepede durakaldık. Buraya defalarca gelmiştim, yaşım kadar. Her halini seyreylemiş, her karışını gezmiş, her çiçeğine dokunmuş, her çamın fıstığından nasiplenmiştim. ama şimdi. Göğün dibi başımın üzerinde, sağ ve hatta utanmadan bir de sol yanımdaydı. ayak bastığım toprak laciverte bulanmış, yıldız bulutlarından peyda olmuştu.  Sanki henüz yer yaratılmamıştı da Tanrı önce bunu bir anlayın hissedin içinizde  diyip dinlenmeye çekilmişti. Dinlemeye çekilmişti haykırışlarımı kürsüsünden atılan her yıldızın kayımında, dudaklarının kenarında gülümseme, gözleri yarı aralık. her nefes verişinde nefesini kor gibi düşürerek içime. Rüzgar estikçe közlerimin dumanını savurdu da is kapladı gözlük camlarımı. Kulak kesildi sözlerime.
Hayatımda çok kez sabah öğleye öğle ikindiye ikindi de geceye evrilmişti. İnanabiliyor musunuz? Hem de gözlerimin önünde. Çekinmeden, ayıp demeden, saklamadan gizlemeden gün değişmişti üzerini  kıyafetlerini çıkarmış çıkarmış üzerime fırlatmıştı. Kıkırdamıştı. Omzuma düşen kızıl bir eteği çekip almış, giymeye uğraşmıştım da içine girememiştim. Gün batımı sana göre değil demiş gülmüştü. Sana kuşluk vakti sabahlığım daha çok yakışır. Hele biraz büyü de. Çok kez ayın içindeki yaşlı adamı düşünüp, ışıkları yakıp kapamasına, uyanıp uyanmasına şahit olmuştum. Hatta geceleyin ağırca yatağından doğrulmasına, çatlamış dudaklarını tükürüğüyle ıslatıp  bir şeyler mırıldanmasına, altının plastiği erimiş terliklerini ayağına geçirmesine, sedef rengi  baş parmağının terliğinin kenarından fırlayıvermesine ve elinde bir bardak kristal suyun içinde dişleri,  ışığı azıcık daha karartıp uykuya gömülmesine. Aydaki adamın bu hallerine alışkındım. Fakat yıldız kayması. Yıldız kaymaları benim için tam bir muammaydı. Onlar Tanrı gibiydi nezdimde. Görmeyip varlıklarına inandığım. Ve dileklerimin gerçekleşmesi için dayandığım.  Onlar şu ana dek düşeyazmışlardı, ben de kuyruklarının bıraktıkları izlerle yetinmiştim. Ne dileklerim tam tutulmuştu ne bakışlarım nazar yerine geçmişti. Şimdiye dek düşen kirpiklerimi baş parmağımla işaretin arasına alıp nerede olduğunu bilmeye uğraşarak istemiştim bir şeyleri. Sonra miyoplaştım etrafa, yaşım ilerledi malum.  Bir de üstüne o camları gözümün önüne koymayı yediremedim de kendime, uzaklara uzak kaldım, gölgeleri kımıltılarından tanır oldum. İnsanları kokularından ve yürürken sağa sola salınışlarından. Ama şimdi. Rüzgara kaptırmadığım gözlüğümü sımsıkı tutmuştum, ellerim terlemişti, Tanrının verdiği nefesi içimde tutmuş, bırakamıyordum bir türlü. Dudaklarımın kenarında gülümseme, gözlerim hiç olmadığı kadar büyümüştü. Dayanamadım kendimi bıraktım, uzandım boylu boyunca taş yolun üzerine. Göğe kapaklandım yüz üstü ve hem sırt üstü. Bu yolun üzerinden geçerlerken gözyaşı dökenlerin izlerini göremedim. Kan düştüğü yerde kurur iz bırakırdı da göz yaşı öyle değildi. O yüzden insan birinin kanı çekildiğinde ağlardı da birinin göz pınarları kuruyunca bileklerini kesmezdi üzüntüden. Kan döküldüğünde üzerine toprak atılırdı da yaş aktığında ellerin kafiydi örtelemek için. Bu yokuş ikisinin kesiştiği yerdeydi. Ben bu kavşakta gülüyordum. Utanmasam, insanlığım, yeryüzü ve ayaklarımın altında yanıp sönen şehrin o renkli elektriği çoktan damarlarımda dolaşmaya başlamamış olsa korkularımdan sıyrılıp kahkaha atacaktım. Ellerimi dudaklarıma bastırdım son anda.bir yerlerden bir kurbağa vırakladı. Öyle değil böyle gülünür işte dedi göz kırptı. Bir yıldız daha kaydı, başka birinin yanından  geçerken savurdu ötekini diğer yana. O da diğerini derken, gökte yıldız kalmayacağından yüreğim hopladı,  ayağa fırladım koştum arkalarından, takip ettim tuttum birini ayağından, demir bir kapı çıktı önüme, açtım tırkısını girdim içeri. Ayaklarımın altında çamların dikenli yaprakları kurumuş çıtırdıyorlardı. Rüzgar dönüyordu, döndürüyordu. Her şey herkes uzanmıştı. Her şey herkes susmuştu. Buradakiler biz gibi susmaktan korkmuyordu.Ya da toprak ses geçirmiyordu.