İnsanın kendini değiştirecek cesareti yoksa başkalarını da
değiştirmeye uğraşmamalı, boşuna.
Keşke anlatabildiklerimiz bildiklerimiz kadar, bildiklerimiz
de yaşayabildiklerimiz kadar olaydı.
O zaman insanın içini kemiren şu huzursuzluk, bilip de işlememenin,
işlemekten korkmanın idrakiyle gelen güven katliamı bizi eli kanlı katillere
dönüştürmezdi.
Dahası başkalarına ne yapmaları gerektiğini söylerken, öğüt
verirken ya da en azından destek olmaya çalışırken içten içe kendimize
acımazdık, içten içe sözlerimizle kavgaya tutuşmazdık.
Evet, insanın en büyük trajedisi farkına vardıklarını amele
dönüştürmeye takatinin olmadığını anladığı anları yaşamakla yükümlü olması. Ne
kadar öğrenirsen öğren, ne kadar doğrularsan doğrula kafandaki bilgi
kalabalığını, onları kendileri gibi oldukları gibi hayata geçiremiyorsun. İş
yaratmaya, yansıtmaya gelince bilinmeyen bir alana haydi doğuruver bakalım
diyince beynin, nutkun tutuluyor, kasılmaların boşa gidiyor, su patladığıyla
kalıyor.
İşte bu yüzden bazıları bilgileri, görgüleri, “kültür”leri
arttıkça, zihinlerini kavramlarla doldurdukça, başkalarını kışkırtma sevdasına
kapılıyorlar.
Çünkü bildiklerini ancak karşıdan gelen tepkilerle var
edebileceklerini anlıyorlar. Sataşarak, tepkilerin üzerinden yükselterek
ifadelerini. Bu yüzden arası kavramlarla
akımlarla azıcık da taşlamayla iyi fakat yaratmakta korkak olanlar
eleştirmenliklerinin hakkını fazlasıyla veriyorlar. Çünkü kendini eleştirmekten
aciz olanlar ancak bunu göze alabiliyorlar. Kendiyle derdi olanlar ise karşıyı
dürtükleyip durmuyorlar. Etkileri de kendilerine, tepkileri de, eleştirileri
de, bilgisi de. Boşa çekilen doğum sancılarına ve tüm huzursuzluklarına rağmen.
Kendi kendilerine.
Sanki ben de bildiğimden yazdım tüm bunları. Sancılarımdan
dostlar, beni kendimden geçiren sancılardan. Şuurum yerindeyken de acı
çekebilme ihtimaline kani olabilecek miyim acaba?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder